İtibarsızlaştırmaların anlam ve amaçları (Köşe yazısı)
MİLLİ VE DİNİ DEĞERLERİMİZE NASIL DOKUNULDU? “İTİBARSIZLAŞTIRMALAR” IN ANLAM VE AMAÇLARI NELERDİR?
Süleyman KOCABAŞ
kocabassuleyman@gmail.com
Milli ve Dini Değerlerimizi “İtibarsızlaştırma” Sürecinin Başlaması
Bir milleti meydana getiren en önemli kültür unsurları, başka milletlerinkinden farklı olan milli ve dini değerleridir. Bu değerler mecmuunun birer üye şubeleri dili, müziği, hukuk, sanatı, tarihi, imanı, inancı, ahlakıdır vb. Bunlara saldırarak “itibarsızlaştırmak” a başlamak, giderek bunların sahibi milleti yok etmek demektir. Zaten Filozof Aristo da bu sürece işaret etmek için “Bir milletin dili, hukuku ve musikisi o milletin ruhudur. Bir milletin ruhunu yok etmek için dili, hukuku ve musikisine dokununuz” demiştir. Neden bunlardır? Çünkü, milli dil, bir milleti meydana getiren en başta gelen kültür unsurudur. Milli dil, hainane dışı ve iç algı operasyonlarıyla yok edildi mi, o dilin milleti de yok edilmiş olur. Bir milletin hukuku, milli kültürü, örf ve âdetlerinden doğar. Milli hukuk demek, “Milli kültürün etik unsurlarının yasal – kanuni hüviyet kazanması” demektir. Müzik ise, “Milli dilin sazlı ve sözlü estetik hüviyet kazanması” dır. Bütün bunlar milli olur. Kendilerininki bunlardan “aşağılık duygusu” na düşülmesi sonucu, onları kendisinden üstün görüp, “hayranı” olunan milletlerin hayatından bunları “taklit” e kalkışmak, taklit eden milleti yaralamaya ve giderek öldürmeye başlar.
Maalesef, bizde bu “yaralanma” süreci, Osmanlı tarihinde “Tanzimat Dönemi” (1839 – 1876) ile başlamış, Cumhuriyet tarihinde ise, (1923 -……) atak yapmıştır. Günümüzün ünlü ve büyük düşünürü Sayın Yusuf Kaplan’ın tabiriyle “Tanzimat’la yönümüzü, Cumhuriyetle yörüngemizi, Başbakan Turgut Özal Döneminde (1983 – 1993) ise ruhumuzu kaybettik” (Yeni Şafak, 14 Ocak 2022). Bu satırların yazarı benim kanaatime göre ise, hâlâ yaşamakta olan, bütün saldırılar ve darbelere rağmen sağlamlıkları sayesinde bir türlü yıkılamayan “dilimiz, dinimiz ve ahlakımızın topyekun yıkılması, kaybedilmesi” ne sıra gelmiştir ve bunun süreci tâ 1980’li yılların başından beri “atak” yaparak adım adım mesafeler almaya devam etmektedir.
Hukukumuz, Dilimiz ve Musikimize Nasıl Dokunuldu?
Hukukumuza Nasıl Dokunuldu ? Veya Osmanlı’nın 5 Şubat 1856’da Yıkılışı
“Hukukumuza dokunuluş” süreci, Tanzimat Döneminde başladı. Bu, bir tesadüfün eseri değildi. İslamiyet’in doğuşundan beri, onu yok etmeye yönelik Haçlı saldırıları, artan silahlı saldırıların yanında, “kültürel ve psikolojik saldırıları” yla da 19’uncu yüzyılda iyice ivme kazanmıştı. “Tesadüf değildi”, çünkü, adı geçen yüzyılın bütün Hristiyan Oryantalist müsteşrikleri, Müslümanların Hristiyanların hakimiyetine alınabilmesi için onlara kendi “hukuk sistemleri ve yapılanmalarının kabul ettirilmesi” kararlarına varmışlar ve “mücadele hedefleri” olarak uygulanması öğütleri vermeye başlamışlardı. Bu müsteşriklerin kimler olduğunu ve tırnak içinde neler söylediklerini Sayın Prof. Dr. Hayrettin Karaman Yeni Şafak’taki bir köşe yazısında yazmıştı.
“Çökmekte olan Osmanlı’nın Batılılaştırılarak kurtuluşu uğrunda” denilerek, 5 Şubat 1856’da ilan edilen “Islahat Fermanı” bu uğurda, 3 Kasım 1839’ da ilan edilen “Tanzimat Fermanı” na nazaran “Batılı örnekleri” rden olarak daha radikal yeniden yapılanmalar ve ıslahatları içeriyordu. Birinci maddesinde “Avrupa kültürüne önem verilecektir” yer alıyordu, diğer bütün maddelerinde ise, “hayat düzeni” ni yeniden tanzimden olarak “Müslümanlar ve Hristiyanların birbirleriyle eşitlenmesi” ni ihtiva eden “hukuk reformları ve düzenlemeleri” teşkil ediyordu. Bu eşitlemede esaslar ve ölçüler, Avrupa hukuk anmayışı ve kanunlarını almak olacaktı. “Hukukumuza dokunulması” açısından bunun tezahürleri kendisini 1860-1870’li yıllarda, bütün Fransız kanunlarının (Medeni Kanunu hariç) noktasına, virgülüne bile dokunmadan tam asılları gibi çevrilerek uygulamaya başlanmasıyla gösterdi. Bu uygulamalarla biz de artık bunları bize dikte eden Avrupa’nın Büyük Devletleri tarafından bir “Avrupa Devleti” sayılmaya başlandık. Bu dönemde “örfi ve şeriat hukuku anlayışları ve kanunlarının kaldırılması” na cesaret edilemediği için Osmanlı “iki hukuklu” bir devlet ve toplum haline geldi. Fransa, Osmanlı yurtlarını işgal etse ve mutlak sömürgesine alsa, herhalde buraları kendi kanunlarını getirerek idare ederdi. Olup bitenlerden anlaşılan, Fransa’nın bizi bizzat işgali ile sömürge yapmasına artık ihtiyaç kalmamıştı. Zaten onun bütün kültür unsurları ve kanunlarını bizim elimizle “devlet ve vatanımızın kurtuluşu uğrunda” diyerek bizler bizzat kendi irademizle almıştık. Yine zaten de o yılların daha arifesi yıllarda Fransız İmparatoru I. Napolyon, “Benim kültürüm ve kelimelerimin girdiği bir memlekete askerlerimi sokmaya lüzum yoktur” dememiş miydi? Demişti. Bence, Osmanlı Devleti, o yıllarda Avrupa’da bir isim değişikliğinden olarak da “Avrupa Devleti” sıfatını almakla, daha o zamanlar, 2 Kasım 1922’de “Saltanatın kaldırılması” ve 4 Mart 1924’de “Hilafetin kaldırılması” ile değil, 1853 – 1855 Kırım Harbi (I. Dünya veya Mini Dünya Harbi) ve onun dayatmacı “Siyaset Belgesi” 5 Şubat 1856’da Islahat Fermanı ilanı ve uygulamalarıyla yıkılmıştı. Zaten, o zamanın Müslümanları da bu fermanı, “bizim ölümümüz” olarak değerlendirmişler, olup bitenlerin görgü tanığı Ahmet Cevdet Paşa da bunu, “Maruzat” ve “Tezakir” isimli kitaplarında açık açık yazmış, dile getirmişti. Daha o zamanlar yıkılan Osmanlı’nın “resmi ve tarihi yıkılışı” nın adı” Cumhuriyet döneminde konulacak ve daha büyük boyutlarda ve “soyutlamalar” la da “Avrupa’ya teslimiyet” le tescillenecektir.
Cumhuriyet döneminde gelen “Devrimler süreci” nde “Topyekun Batılılaşmak – Sekülaristleşmek” te karara varılınca, “Bütün örfi ve Şeriat hukuku ve kanunları” nı tam tasfiye ile Avrupa kanunlarının alınmasına yönelindi. Fransa, İtalya. İsviçre ve Almanya’dan yine noktası, virgülüne bile dokunulmadan kanunlar çevrilerek uygulanmaya başlandı. Öyle ki “hukukta, kanunlarda Avrupa’ya teslimiyetin açık bir göstergesi” olarak, TBMM’ne kabul edilmesi için gelen bu kanunların “gerekçeleri” ni açıklarken Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un sarf ettiği şu sözleri çok ilginç ve düşündürücü idi: “Avrupa’nın kanunları bizim de kanunlarımızdır. Noktasına, virgülüne dokunmadan alıp uygulayacağız”. Bu zihniyet hali, tam bir “Sömürgecilik zihniyeti” olup, ancak “Sömürge ülkelerinde sömürgeciler tarafından söylenir ve uygulaması yapılır” dı. Belki de sömürgelerde bile yapılmazdı. “Dünyanın en büyük sömürge ülkesi” denilen İngiltere, hal ve vaziyete göre bazı sömürge ülkeleri halkını kendisine bent etmek için onların inanç, kültür ve hukuklarına hiç dokunmaz, gözüne kestirebildiklerine dokunur, onların her şeyini değiştirerek canlarına okur, sonuçta İngiliz –Yahudi medeniyetinin bir üyesi haline getirirdi. İşte Osmanlı’dan Cumhuriyete hukukumuza yukarıda anlattığımız şekilde dokunulmuştu
Dilimize Nasıl Dokunuldu? Veya Bugün “İngiliz Ülkesi” Haline Bürünüşümüz
“Dilimize dokunuluş” un hikayesinin, 1928 Harf İnkılabı ve 1932’de başlayan “Dil Devrimi” ile nasıl yaşandığını zaten herkes yaşayarak görüyor. Birer “maziden, geçmişten koparma projeleri” olarak ortaya çıkan alfabenin değiştirilmesi, hamasi ve kuru – sıkı bir ırkçılık ve milliyetçilik duyguları yanında, “Batılılaşmak –Laikleşmek için Arap kültüründen kapmak için yaptık” dedikleri halde( İslamiyet demekten çekindikleri için buna “Arap kültürü” ve hem de yanlış algılamasıyla tavır koymuşlardı) sanki dünyada saf dil varmış gibi, dilimizdeki bütün Arapça ve Farsça kelimelerin atılarak yerlerine yepyeni bir dil yaratmak amaç ve emelinden olarak “Uydurukça Dil” getirilmesi sonucu, mazisinden iyice koparılan Cumhuriyet nesillerinin milletimize nasıl yabancılaştırıldıklarını zaten yine hepimiz yaşayarak görüyoruz. Günümüzde ise, dilimiz “Uydurukça Dil’den İngilizceye terfi” ile İngilizce Türkiyenin “yeni dili” haline getirilmek isteniliyor. Bunun en canlı ve bariz göstergesi, caddelerimizdeki işyerlerine Türkçe karşılıkları ola ola İngilizceden “isimler vermek hastalığı” sonucu, ülkemiz baştan başa neredeyse tam bir İngiliz ülkesi görünümüne sokulması olmuş, bundan rahatsız olanlarımız hep, “sanki bu vatan bizim değil; öz vatanımızda garip ve öksüz hale geldik” sızlanmasında bulunmaya başlamışlardır.
Müziğimize Nasıl Dokunuldu? Veya Bugün “Müziksiz Bir Millet” Haline Gelişimiz
“Musikimize dokunuluş” un hikayesine gelince, Cumhuriyet döneminde kendi milli ve yerli musikimize çok yanlış ve haksız olarak “Arap ve Bizans müziği” damgası vurularak, onun müzik eğitiminden çıkarılması yanında, Tek Partili Dönemde (1923 – 1946) bunun radyoda çalınmasının da yasaklanarak halkımızın hiçbir şey anlamadığı “dın, dın, çaça, maça…” diye Batı müziğinin çalındığını da herkes bilir. Bu nasıl bir “dilde milliyetçilik anmayışı” dır ki, bu duygu ve emellerle kendi yerli müziğimizi “Arap –Bizans müziğidir” diyerek dışlar, bırakırken, yine “Türk müziği olmayan” tanımlamasına tamı tamına uygun bize bir diğer yabancı “Avrupa Hristiyan ülkeleri müzikleri” ni içimize sindirerek nasıl alabildik? Dilde de böyle milliyetçilik olur mu? “Ben yaptım oldu” diyenlerce oldu ama, milletimizin vicdanı ve kararlarında hiçbir zaman olmadı. Bugün itibariyle gelinen nokta da ise, pop müziği, caz müziği ve bulmam hangi Allah’ın belası, her yerde Amerikan ve Batı müziği anlam ve normlarında müzikler çalındığı halde (hem de dili de dinleyenlerin tamamına yakınının hiçbir şey anlamadığı İngilizce vb. olduğu halde) yeri-milli müziğimiz neredeyse tamamen ölmek (yalnızca, sınırlı da olsa TRT radyo ve ekranlarına sıkışıp kalmıştır) üzeredir. İşte dünden bugünü müziğimize de böyle dokunulmuştur.
Sıra Din ve Ahlakımıza Dokunulmaya mı Geldi?
“Dokunulma sırası” nın bunlara da geldiğini zaten herkes yaşayarak görüyor. Bu dokunulma işi, işin esasına bakılırsa, Osmanlı döneminde “hafif yoğunluklu” olarak başlamış, Cumhuriyet döneminde ise, “Toplumuzu topyekun Batılılaştırmak – Laikleştirmek” ten olarak , “ivme” kazanmış ve “atak” yapmıştı. Batı’dan “Batılılaşmak” için “Laiklik” de ithal ediyorduk ama, bizdeki uygulaması hiç de Batı’dakine benzemiyordu. Bunun tarifinden olarak, “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ” Avrupai tanımlaması yapılıyordu ama, bizde devlet dine sürekli müdahale ettiği ve hatta bunun gizli –açık esası “İslamsızlaştırmak” a yönelik olduğu halde, anayasa profesörlerimizden Ali Fuat Başgil’ in “Din ve Laiklik” isimli kitabında da dile getirdiği üzere, rejim yapılandırmalarından birisi de “Laiklik” olduğu halde, dünyada bunu “Ateistlik” olarak uygulayan iki devlet vardı. Birisi Sosyalist Rusya, diğeri Cumhuriyet Türkiyesi. (sayfa, 100) “Devrimler” yılları sürecinde CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in verdiği “İnkılap Tarihi” derslerinde dile getirdiği şu sözleri her şeyi apaçık ortaya koyuyordu: “Dini devletin hayatından çıkardığımız gibi, insan hayatından da çıkaracağız. Din, insanın derisi dışına çıkmayacaktır.” Yani din çok basit bir inanç sistemi olarak vicdanlara gömülecek, hapsedilecekti. O zamanların başbakanlarından Şükrü Saraçoğlu’na atfedilen şu sözler de ilginç ve düşündürücüdür: “Bir 30 yıl daha vaktimiz olsaydı, dini hayatımızdan tamamen silecektik.” 1945’de “Demokrasiye Geçiş” ile gelen “hürriyet, serbesti havası” nda bu biraz tavsamıştı ama, günümüz itibariyle gelinen noktada atak yapmaya başlayacaktı.
28 Şubat 1997 Postmodern Darbesiyle Yaşanan Süreç
Ana hatlarıyla “atak” yapma adı geçen darbeyle başladı. Ana emeli teması, “İrtica ile mücadele” olan, bu darbeyle, özellikle de “şimdilik güçleri onlara yetiyor” denilerek, resmiyette ve resmi kadrolaşma ve resmi devlet yapılanmasında kendisini gösterdi. Sanki Türkiye “dinsiz bir ülke” imiş gibi, İslami ritüellerden olarak namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, İslami okullarda okuyanlar, eşlerinin ve okullara giden kızlarının başı örtülü olanlar, cübbeliler- takkeliler ve hatta laiklik ritüellerinden olarak içki içmeyen, dans etmeyen vb. subaylar, bütün memurlar, çok yanlış bir algılama ile “düzeni ve vatanı yıkacak unsurlar” olarak görülüp, sırf bu sebeplerden “irticacı memurlar” olarak fişlenip, çoğu yargılanmaya bile tabi tutulmadan (subay tasfiyesinde olduğu gibi) görevlerinden uzaklaştırıldılar. Darbe sürecinde öylesine garip ve eksantrik haller yaşandı ki, “akıllara durgunluk” verir. Bunlardan olarak, cebinde parası biraz “kabarık” olan Müslümanlara “İslami sermayedar” olmaktan olarak dışlamadan “Yeşil Sermaye” adı verilirken, makarna, bisküvi vb. üretenlere ise, “İrticacı Patronlar” adını verdiler. Bütün bunlarla alışveriş yapılmaması için darbeci generaller tarafından bildiriler ve tamimler yayınlandı. “Mazlumun ahı aheste aheste çıkar” derler. “Çıktı” da, şimdi bunlardan 11 general, “Anayasayı zorla değiştirmek” suçundan, bütün rütbeleri söküldüğü ve hakları ellerinden alındığı halde cezalarını çekmek için Silivri Cezaevinde yatıyorlar.
Karikatürist Nuri Kurtcebe Kur’an ‘a Hakaret Karikatüründen Dolayı Müslümanlardan Özür Dilemelidir
28 Şubatla, toplumumuzu tam bir “karabasan” havası sardı. Buna liderlik ve eşlik eden tekelci-kartelci komprador sermayenin “gayri milli basın” ı da bu darbeden cesaret alarak, nihai hedefin dini, İslam’ı itibarsızlaştırarak toplumumuzu “İslamsızlaştırmak” gibi gizli hedeflerini artık açık açık ifade etmeye başladı. Bunun bir göstergelerinden olarak, 28 Şubat Darbesinin “yayın organlarından birisi ve hatta başta geleni” denilen Cumhuriyet gazetesinin karikatüristlerinden Nuru Kurtcebe’nin çizdiği bir karikatür her şeyi apaçık ortaya koyuyor, döküyordu. “Döküyordu” diyoruz. Çünkü, çiziminde, Kur’an kursu talebesi olduğu anlaşılan bir gencin kafası “çöp sepeti” ne benzetilerek, kafatası çöp kapağı olarak açıldığı halde, bunun içine dökülmek için çizilen bir çöp kovasındaki çöpler de tamamen Arapça harflerle Kur’an ayetleri izlenimi verdiği halde, gencin “çöp bidon kafatası” içine bir imam kılıklı birisi tarafından, Kur’an’ ı da itibarsızlaştırma ve gözden düşürmeye yönelik olarak karikatürün altında yazı olarak “Sessiz ve Derinden!…” yazıyordu. Bu karikatür düpedüz, iç ve dış algı operasyonlarından olarak “dini vurulmak istenen darbe” olup, nihai hedefi, Cumhuriyetin ilk yılarında başladığı halde “toplumumuzu İslamsızlaştırmak” amacı taşıyordu. Bütün olup bitenlerin “ %99’u Müslüman olan” denilen bir ülke Türkiye’de yapılması, çok garip kaçıyor, hiç kimseden tepki gelmemesi, daha da garip oluyordu. Acaba, böyle bir karikatür Avrupa‘da veya Amerika’da İncil, İsrail’de Tevrat, Hindistan’da tapınılan İnekler üzerinden çizilse idi buralarda nasıl bir tepki ile karşılanırdı? Her halde bizdeki gibi “vurdumduymaz” veya “bana ne lazım” tavırlarıyla karşılanmaz, çok şiddetli tepkiler görür, gazete matbaası yerle bir edilir, karikatüristi “sen bizim dinimiz, inancımıza nasıl saygısızlık yaparsın” diyerek yakalanıp linç edilirdi. Tabii ki, biz böyle olmasını istemeyiz. Daha demokrat ve medeni protesto isteriz. 75 – 80 yıl önce İstiklal Harbimizi “vatanı kurtarmak” yanında dini, camiyi, ezanı, Kur’an’ ı “korumak, kurtarmak” için de vermemiş miydik? Dedelerimiz, bunun için şehit ve gazi olmamışlar mıydı? Şimdi nasıl olmuştu da onların torunları bunlara saldırılar, saygısızlıklar karşısında sessiz, sedasız kalabiliyorlardı? “Köprülerin altından hangi sular geçmişti” de bu hale gelmişler, üzerlerine “ölü” toprağı serpilmişti? O karikatürü çizen de “hangi milletten, hangi dinden, meşreptendi” acaba? Hakiki, samimi ve akıl sahibi bir Türk ve Müslüman evladı Mukaddes Kitabının içindekilerini değersiz çöpe benzeterek bir çöp bidonunun içine “çöplük” e gitmek için dökebilir, bunu yapabilir miydi? Şimdi bu Kurtcebe nerede? Eğer yaşıyorsa başta Müslüman Türk Milleti olmak üzere bütün İslam dünyasından özür dilemeye çağırıyoruz. Gerçekten de bütün bu olup bitenler karşısında şapkamızı önümüze çıkartıp derin derin düşünülecek günlerdeyiz.
Yakın Zamanda Yaşanan İslam’ı –Müslümanları “İtibarsızlaştırmak” a Yönelik Bir Kısım Olup Bitenler
Günümüz itibariyle geldiğimiz noktada ise, hem iktidarda olan AK Parti’yi ve hem de onun şahsında gizli –açık “İslam’ı- Müslümanları itibarsızlaştırmak ve giderek tasfiye” ye yönelik yakın zamanda yaşanan yapılanmaların bir kısmı, kısa kısa şöyledir:
1-İslamın iman ve inanç esaslarını, Hz. Muhammed’i karalamak ve itibarsızlaştırmaya yönelik olarak yaşanan bazı olup bitenlerden olarak:
a-Tanımlanmasından “sanatçı” olarak anılan Sezen Aksu’nun bir müziğinde “Hz. Adem ve Havva cahillerdi” ifadesinin geçmesi , “İnsanların ilk ataları” olduğuna inandığımız adı geçen ikiliyi, “itibarsızlaştırmaya” yönelik değerlendirmesi yanında, “Kur’an’da anlatılanlar ve İslam’ın düşünce yapısına aykırılıklar” olarak değerlendirilmesiyle de büyük tepki aldı.
Tepkiye tepki geldi. Bu, genelde, geleneklerinde “İslami –dini olan birçok şeyi itibarsızlaştırma” bulunan çevrelerden geldi. Bu çevreler, Aksu’nun ifadelerinin doğru olup olmadığını tartışmaktan ziyade onun “sanatçı kişiliği” ni ön plana çıkararak onun lehine savurmalar yaptılar. Ona gösterilen tepkilerin, “bir ayrımcılık, bir linç hareketi olduğu” ndan bahisle, bunların bir “saygın sanatçı” ya yapılamayacağı, onun “sanatçı kişiliğine saygı” gösterilmesi gerektiği üzerinde durdular. Bütün bunlarla, sanatçı sanki hiç “hata” yapmazmış, yaptığı her şey doğru imiş gibi bir izlenim verilerek Aksu “dolaylı” olarak savunuldu.
“Sanatçı” kimliğini ön plana çıkararak Aksu’yu savunanlardan birisi de Sabah gazetesi köşe yazarı Engin Ardıç oldu. Yazdıkları “gülünç” oldu ve onu “teviller” le savurmaya çalıştı. Neymiş efendim, Hz. Adem babamız ve Hz. Havva anamız, Cennet’te Allah’ın onlara yasakladığı bir ağacın meyvelerini, sonradan unutup “bir cahillik” eseri yemeleri sonucu “cahiller” miş. Aksu, bunu kastetmiş (Sabah, 20 Ocak 2022) . Aksu, şiirini oluştururken bu anlatılanları bilmiyor muydu acaba? Biliyorsa, bunun “masumiyet” açıklamasını, bunun üzerinden kendisinin yapması ve özür dilemesi gerekirdi. Sayın Ardıç’ın yaptığı “tevil” de tartışma götürür olduğu halde, Aksu’nun avukatlığına soyunması şık olmamıştır.
Zaten, Türkiye’nin en büyük çıkmazlarından birisi de işte yukarıda sergilenen bu “sanatçı kimliği” ne bir kullanım aracı olarak sarılmaktır. Sanatçıların fetişleştirilerek (tabiat üstü varlık haline getirmek), onlara “dokunulmazlık” zırhı giydirip, onların ünleri, kazındıkları karizmalardan da faydalanmak suretiyle “itibarsızlaştırmaları” na bununlar üzerinden meşruluk kazandırmak zemini her zaman ve sürekli aranır, yapılır olmuştur. Günümüzde, bu sefer de bu iş Sezen Aksu’nun “sanatçı kimliği” üzerinden kurgulanmış, yapılmıştır. Anlayacağınız “sanatçı olmak kariyeri ve dokunulmazlığı” milletimizin milli ve dini değerlerine dokunmanın ve bunları meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılmıştır.
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Erdoğan da “Sezen Aksu Olayı” ve benzerleri hakkında bir değerlendirme yaparken, yıllardan beri “sanat” ın ve “sanatçı” olmanın milli, dini, ahlaki değerlerimizi yıkmak uğranda nasıl kullanıldığın dair de kendi görüşlerinden olarak 8 Ocak 2022’de şunları söylemişti: “Her türlü ahlaksızlığı sanat adı altında normalleştirme, hayatımızın tabii parçası haline getirme gayesini taşıyan bu saldırıya karşı imkanlarımızı daha güçlü bir şekilde devreye almamız şarttır… Günümüzde sıkça karşılaştığımız üzere insan fıtratının tıpkı eşrefi mahlukat (iyi insanlar topluluğu) gibi bir parçası olan esfel – i safilin (yaptıkları kötülükler ve işledikleri günahlarla cehennemlik olan insanlar topluluğu) tarafına hitap eden sanat ürünlerinden aynı latif (iyi, hoş) duyguları hissedemezsiniz… Bu amacın masum, hayırlı olmadığı da açıktır. Her türlü sapıklığı, her türlü ahlaksızlığı, her türlü marjinalliği sanat adı altında normalleştime, hayatımızın tabii bir parçası gayesi taşıyan bu sinsi saldırıya karşı kendi imkanlarımızı daha güçlü şekilde devreye almamız şarttır.”
b-Hem de bir üniversitede hoca birisinin “Hz. Meryem fahişe idi” sözünü sarf: Kur’an’ı Kerim’de bunun böyle olmadığına ait gerçekler bilini biline bu yalan ifadenin kullanılması yalnızca Müslümanları değil, Hristiyanları bile rencide etmiş, “Kur’an’ı itibarsızlaştırma ve yalanlama” ya da yorumlanacak bu söz, Avrupa’da sarf edilse idi ne tepki alırdı acaba? Herhalde “başımız üstüne” denilmezdi. Adı geçen kıtada Papa’nın “Aforoz etme geleneği” (Hristiyanlıkta dinden çıkarma geleneği) devam etse idi bu üniversite öğretim üyesini aforoz ederdi.
c-CHP TBMM Grup Başkan Vekili, Özgür Özel’in, 30 Aralık 2021’de TBMM’de partisi adına görüş belirtmek için yaptığı açıklamada , okul öncesi ana sınıfı öğrencilerinin Kur’an öğrenmeye yönelik derslerini, Batılıların kendi Ortaçağ’larını tanımlamaktan olarak kullandıkları “Ortaçağ Zihniyeti” tanımlamasını, işin esasına bakılırsa, “Karanlık Batı Ortaçağı” ile kıyaslanamayacak derecede bunu “Aydınlık İslam Ortaçağı” na da uyarlayarak, yine bir “Kur’an –İslam itibarsızlaştırılması” ndan olarak “Ortaçağ zihniyeti” ifadesini kullanması akla, mantığa ve ilme aykırı yeni bir hareket tarzı omdu. Bunun daha geniş bir tahlilini, gazetemizde yayınlanan “Ortaçağ Kimin İçin Karanlık Kimin İçin Aydınlık Bir Çağdır?” isimli yazımda yapmış, yazımın sonunda yaptıklarından dolayı Özel’den özür dilemesini istemiştim. Özür dilemesine rastlayamadım.
d- Korkusuz gazetesi köşe yazarlarından Gün Zileli’nin 6 Mayıs 2021 tarihinde Peygamberimizi hedef alan yazdıklarını, “Şuyu-u Vukuundan Beter” başlıklı protesto yazımda da bahsettiğim üzere, Hz. Muhammed’in Türkleri kötülediği ve hatta “onların öldürülmesi” gerektiğine dair, kaynak olarak gösterdiklerinin doğru olup olmadıklarını ciddi olarak araştırmadan sanki doğru imiş gibi yazdıklarıyla Peygamberimizin Türk nesillerinin gözünden düşürülmesine yönelik “itibarsızlaştırmak” tan olarak, gizli –açık emellerin de olabileceğinden hareketle, nesilleri bununla, deizm ve ardından ateizme saplanacak bir atmosferin içine sokulmak istenildiği izlenimi uyanmıştır. Halbuki, kendileri birer tarih alanında ilim adamları profesörlerimizden Ahmet Taşağıl, Osman Turan, Zekeriya Beyaz, Zekeriya Kitapçı ve tarihçi yazar İsmail Hami Danişmend yazdıkları kitaplarında Hz. Muhammet’in Türkleri öven birçok sözleri vardır. Protesto yazımda Zileli’den bir “düzeltme yazısı” yazmasını istemiştim. Yazmadı.
e-İslamiyet’i “itibarsızlaştırmak” ve “karalamak” a yönelik bir, “Bu ülke bir Müslüman ülkesi mi, yoksa İslam’a ve Müslümanlara savaş ilan edilmiş bir ‘Haçlı, Ehl-i Salip’ veya ‘Küffar’ ülkesi mi?” dedirtmeye ve haberini okuyanların “kanını dondurma” a yönelik, haberde saldırı konusu “Şeriat” olduğu için, bu da “İslam” demek olduğundan “İslam’a Savaş” ilan özelliği de taşıyan bir haberi, sanki “İslam’a karşı savaş ilanı bülteni veya yayın organı” ” gibi çıkma izlemini de veren yukarıdaki Gün Zileli yapılanmasında olduğu gibi yine Korkusuz gazetesinin 24 Ekim 2021 tarihli sayısında bir haber olarak çıktı. Habere “çok önemlilik” yapılanması vermekten olarak gazetenin manşetinden şu haber başlığı ile verildi: “Sınıfları Haremlik –Selamlık Yaptılar: Eğitim’de Şeriat Virüsü”. Haberinde de şunlar yer alıyordu: “Salgın hastalığı fırsat bilen Antalya Anadolu Lisesi yönetimi kız ve erkek öğrencileri farklı gün ve sınıflara ayırdı.” (Korkusuz,24 Ekim 2021)
Hani, 2-3 yıldır “en büyük tehlike” denilen “Korona Virüs” mikrobuyla savaşıyoruz ya; bütün dünya da bununla savaşıldığından, adı üzerinde, virüs –mikropla hiç bir ilişkisi olmadığı halde (doğruluğu da tartışmalı, belki de yalan haberdir; orası imam hatip lisesi değildir ki “ayırım” yapılsın; bazı imam hatiplerde bile “karma eğitim” vardır. Kız imam hatip liseleri, düz erkek liseleri gibi ayrıdır) olup bitenleri “fırsat” bilmekten de öte, sanki “iç hainane algı operasyonları” danmış gibi “maksatlı”, “kasıtlı” olarak da başvurulabileceği halde, İslam demek olan Şeriat’ın kendisi olduğundan bununla ilişkilendirilip, bir lisede olup bittiğinden bahsedilen, çok basit bir olayın bir mikroba (virüs) atıf ve benzetme ile onun gibi bir “tehlike” imiş gibi gösterilmesinin ne akıl ne mantık ne de ilmi uygunluğu vardır. Akılı kendisinden makul Korkusuz gazetesinin bu tavrı, adı üzerinde tam bir Müslüman mekanda hem de“Korkusuzca” Müslümanların iman , inanç ve ahkam esaslarına saldırması neyle ve nasıl izah edilebilecektir? Buna, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” da denilmez mi? Haberi yaban bir bayanın “dini, ırkı ve meşrebi nedir? Hakiki ve samimi bir Müslüman ve Türk evladı böyle bir haberi yapar mı? Dinlere böyle bir saldırı örneği acaba Hindistan’da olsa, Hinduların taptıkları ineklere bir gazeteden, “onları öldürmek, kesmek” e yorumlanabilecek “İnekler de Virüs Taşıyorlar” haberi çıksa idi acaba nasıl bir tepki alırdı? Herhalde haberi yapan linç, ve matbaası yerle bir edilirdi. Biz, böyle olmasını istemiyoruz. Daha demokratik ve medeni tepkilerden yanayız.
Peki, “%99’u Müslüman ülke” dediğimiz ülkemizde, olup bitenlere böyle bir tepki gelmiş midir? Ne gezer!.. Yine olan olmuştur: “Köprülerin altından çok sular geçti” sendromlu yapılanmaları, ve yapılandırmalarının ardından gelen “Milletimizin üzerini ölü toprağı serpilmiş” likten olarak, neredeyse bütün ülkemizde bu fazla da “iddialı” olmadığım halde bu satırların yazarı olarak nerdeyse satırların yazarı benim dışında, neredeyse hiçbir şahıs, evere ve kurumuştan, artık geleneksel l yapılanma haline gelen, “bana ne”, “neme lazım”, “bana dokunmaya yılan bin yaşasın” vb. kabilinden hiç bir tepki gelmemiştir. Yapanların yaptıkları yanlarına kâr kalmıştır. Ben tepkimi, “Bir Protestom” başlığı adı altında, 24 Ekim 2021’de elinizde veya ekranında olduğun bu gazemizde de çıktığı halde göstermiştik. Bununla da kalmamış, Korkusuz’un genel yayın yönetmeni ve köşe yazarlarına da çekerek, yatıkları büyün hatadan dolayı milletimizden ve bütün İslam dünyasından “özür dilemeleri” ve bir “düzeltme haberi” yayınlamalarını istemiştim. Bunların hiç birini yerine getirmediler. Her şey yine yanlarına kâr kaldı. Bu, onlara yeni saldırıları için cesaret verebilir. Bundan dolayı da yeni yeni saldırıları beklenebilir.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Vatan – devlet demek milletimizin sahip olduğu iman- inanç , iman- inanç demek vatan -devlet demektir. Biri olmadan diğeri olmaz. Vatanımızı – devletimizi korumak için yıllardır, “10’larça sayıda” denilen” “Terör Örgütleri” ile hep canhıraş mücadeleler veriyoruz. İmanımız –İnancımıza düşman olanlarla aynı kararlılıkla mücadele vermeliyiz. Veremiyorsak “kale içten”, milletimiz dahilinden işgal ediliyor, fethediliyor demektir. Bu durumda, Hazinemiz, Maliyemizden milyarlar harcayarak “SİHA”ar yapmak, “Atak Helikopterleri” üretmek, “Denizlere En Gelişmiş İstihbarat Gemileri” indirmenin vb. yanında, topyekun bir değerlendirme olarak sınırlarımızda 1 milyon asker beslemeye lüzum yoktur. Herkesi gaflet, dalalet, cehalet ve belki de “ihanet” uykusundan uyanarak akıllarını başlarına almaya çağırıyoruz…
2-İslami resmi kuruluşlar, tarikatlar, cemaatler, hocalar, cami cemaatinin ve başörtülü kadınlarımızın “itibarsızlaştırılması” yapılanmalarında yaşananlardan olarak:
a-Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) resmi ve vakıf kuruluşlarından olarak:
I-Diyanet İşleri Başkanlığının “itibarsızlaştırılması” na sayılabilecek genelde, “bütçe yapılanmaları” sız sık gündeme getirilerek, bunlara Hazine, Maliye’den yıllık bütçeleri için ayrılan paraların çok yüksek olmasının sanki bir “hata” olduğu, birçok bakanlık ve kuruluş bütçelerinin bunun çok altında kalmasının iyi olmadığı üzerinde durulur. Bununla ilgili haberlerden birisi Cumhuriyet gazetesinin 20 Ocak 2022 tarihli sayısında manşetten “Diyanet Saltanatı” haber başlığı ile verildi. Haberinde, başta “Saray” olmak üzere, Diyanet’in 13.1 milyar lira olan 2022 yılı bütçesinin daha birçok kuruluşun bütçesinden fazla olduğu yer alıyordu. Cumhuriyet gazetesi benzeri gazeteler de bu tip haberleri yıl içinde sık sık yaparlar.
II-Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan cuma hutbelerinde Müslümanların uyması gereken “İslami gelenek” te olarak faiz yasağı, içki yasağı vb. yasaklarının dile getirilmesi , bir genelleme yapmaya yönelik, “insanların ve toplumun yaşam haklarını serbestçe kullanmasına müdahale” masumiyyet –masuniyet haber amaçlarından olarak sürekli yer alır. Basında sık sık görülen bu ve benzeri haberler, kendilerinin konuları olmayan ve kendilerini ilgilendirmeyen “din alanı” na “maksatlı” olarak müdahalelerinden birisi olarak değerlendirilebilir. Bu yanı zamanda, yapılması gereken “dini öğütler ve ahlak kaideleri” nin tebliğleri olarak Müslümanlara ulaştırılmasına haksız “yasakçı müdahale” olacağı yanında, yerine getirirler veya getirmezler, “Müslümanların kendi tercih haklarına” da müdahale olup, “dini hayat alanının daraltılması” na yönelik “maksatlı” olumsuzlukları da içereceğinden, yapılan haberler genelde “iyi niyet” ten uzak haberler olur.
Özellikle Diyanet İşleri Başkanlarını “itibarsızlaştırmak” tan ve daha da önemlisi, “görev alanlarını daha da daraltmak veya pasifize etmek amacı ve emelinden ” olarak da, başkanların verdikleri bazı beyanatlar, açıklamalar, vaazları, hareket tarzları, diğer bazı hazırladıkları hutbelerin içerikleri , yayınladıkları tamimler ve “protokol elemanları” olarak başta hükümetler olarak çeşitli kuruluşların “davetli” toplantılarına katılmalarını da “fırsat” bilinerek, o günkü iktidar olan bir parti ve lideri başbakanla “zoraki ve uygunsuz ” da olsa “Diyanet İşleri Başkanı sanki halkın değil falan parti veya filan liderinin memuru” ayrımcılık nitelendirmesi yapılması da doğru değildir. Özellikle bu daha çok AK Partinin 20 yıllık iktidarı zamanında yapıldı. Başkanları, “politikaya bulaşmak veya bulaştırılmak” tan olarak “Saraydaki diktatör Erdoğan’ın kontrolünde veya kurgulanmış memurları” genellemesini esas alan yine genelde haksız itham ve suçlamalar haberleri ve yorumları başta gazeteler ve televizyonlar olmak üzere birçok medya organlarının “baş haberleri” nden olarak sürekli verilmeye devam edildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanlarının günümüzde de iç ve dış algı operasyonlarıyla “görevlerinde pasifize” edilmesi olayı, bizi 1923 – 1946 zaman diliminde yaşanan benzer olup bitenleri hatırlattı. O yıllarda, bizdeki yaşanan yapılanma da Komünist Rusya’daki yapılanmanın bir benzeri idi. Ateizmi yaygınlaştırmayı “devlet, eğitim politikası” haline getiren Ateist Rusya, ülkesindeki bütün kiliseleri kapattığı halde, yalnızca Moskova’da “Rus Ortodoks Patrikhanesi” ni açık bırakmıştı. Bu da “göstermelik, göz boyayıcı” olup, Komünist Rusya’ya dışarıdan gelenlere burası gösterilerek, “kurgulanmış maksatlı propaganda” dan olarak, “Bakınız!… Bize hep dinsiz diyorlar; biz dinsiz değiliz; işte Patrikhanemiz açık” diyorlardı ama, içinde “tek kişilik” olarak oturtulan Rus Ortodoks Patriğinin görevi, sadece burada cemaatsiz “mum yakmak” tan ibareti.
Ankara’da bizim Diyanet İşleri Başkanlığımız ve Başkanının yapılanması da Rusya’daki bu yapılanmanın neredeyse aynısı idi. Bunun böyle olduğu, 27 Kasım – 4 Aralık’ta 1947’de Ankara’da yapılan CHP’nin, “100 yıllık tarihinde en demokratik kongresi oldu” denilen bu kongrede, “gerçekler” ve “itiraflar” kabilinden konuşmacı iller delegeleri dile getirilmişlerdir. Yapılan konuşmalarda, din ve Diyanet’e önem verilmediğinden bahisle, Allahsızlığın, dinsizliğin ve ahlaksızlığın alıp yürüdüğü, yeni neslin ne Allah ne Peygamber tanımadığı, anne, baba ve büyüklerine itaat etmedikleri vb. bütün bu olup bitenlerin Diyanet İşleri Başkanlığının da tam ve layıkıyla çalıştırılmadığı üzerinde durularak, “Oraya bir Diyanet İşleri Başkanı diye birisini oturtmuşuz, fakat hiçbir iş yapmayarak, kalemi bağlı olarak bırakmışız, boyunu teşbih çekmesine müsaade etmişiz.” (CHP Seyhan milletvekili Seyhan kurultay delegesi Sinan Tekelioğlu’nun konuşmasından, CHP 7’inci Kurultayı Tutanağı, s. 450)
Günümüzdeki olup bitenlerden de anlaşıldığı üzere, “dini hayatı zayıflatmak ve giderek bitirmek” için Diyanet İşleri Başkanlığı ve Başkanları da Tek Parti Dönemindeki gibi “pasife edilmek” isteniliyor.
III-TDV için de “neredeyse bir devlet kadar bütçesi var” denilerek, Afrika ve Asya’nın fakir ülkelerinde kurbanlar kesip fakirlere dağıtması, Kur’an dağıtıp Kur’an kursları düzenlemesi vb. yanında, buralarda camiler yaptırıp halkın hizmetine sunması bile, onu haksız yere “itibarsızlaştırmak” ın bir âlete olarak kullanılıyor. Birçok Afrika ve Asya ülkesinde Vatikan ve benzerlerinin finanse ettiği bol paralarla halkı Hristiyan yapmak için Misyonerler buralarda dünyalar kadar bütçeleriyle çok çeşitli ve büyük faaliyetler yaparlarken, bunlara hiç ses çıkarmayıp, birçok ülkede faaliyetlerini “bizim temsilcimiz” gibi yapan TDV’na hücumların hiç kimseye bir faydası yoktur.
IV- İmam Hatip Okulları ve Kur’an Kurslarına yönelik bazı değerlendirmelerin iyi niyetli ve yapıcı değerlendirmeler olmalarına rağmen, genel yapılanmasıyla “itibarsızlaştırmak” a yönelik yapılanmalar ve haberlerin varlığı zaten yıllardan beri devam etmektedir.
b-Sivil dini yapılanmalardan olarak :
I-Tarihten günümüze toplum hayatımızda büyük ve faydalı fonksiyonları ve hizmetleri olan “Tarikatlar” ve “Cemaatler” yapılanmalarına, yalın kılıç kuşanır gibi, en ufak bir olayı bile bahane ve fırsat olarak görüp bunlara saldırarak, “itibarsızlaştırmak” tan öte “topyekun karalanmalar” ın yapılması, gerçek anlamda neye ve kime hizmet etmektedir? Hataları varsa, elbette ki vardır, bunlar denetlenip düzeltilebilir. “Pire için yorgan yakmak” ın âlemi yoktur. Saldırıya en son bir örnek olarak Ocak 2022 ayının ortalarında İzmir’de bir tıp öğrencisi Enes Kara’nın intiharının ardından bir de mektup bırakarak, bunda tarikatlar yanında ailesini de intiharından dolayı suçlu göstermesini fırsat bilen “dine alerjik” çevrelerimizin bu en basit bir olayla bile “fırsat” olarak görüp, bütün medya organlarında sanki “kurgulanmış bir koro” eşliğinden , “Tarikatlar Kapatılsın ve Cemaatler Ortadan Kaldırılsın” vb. şeklinde ortak manşetler atılarak, aynı “itibarsızlaştırma ve tasfiye” ye yönelik senaryoların devamı sağlanmıştır. Üstelik de Enes Kara için, “Ruh sağlığı ve ailesiyle problemleri olan birisi” denilen bunun tam teşekküllü bir “tarikat yurdu” nda kalmayıp, bir apartman içinde “tutulmuş birkaç öğrenci evi” den ibret bir yer de kalması da dikkatlerden kaçmamıştır.
II-Camilerdeki namaz kılan müminlerin “itibarsızlaştırılması” na yönelik bir CHP’li üst düzey elemanının İzmir’deki cami cemaatleri için “Bunların dini, imanı para, tespihlerini hep dolar dolar diye çekerler” demesi de şık olmamıştır.
III-Kendileri zaten “İslam’a alerjik oldukları” için namaz ibadetini de yerine getirmedikleri halde , “Ezan Meselesi” ni kendilerinin “ana meseleleri” nden ” den birisi haline getirerek, sık sık bunun üzerinde konuşmaya ve yazmaya devam etmişlerdir. Bütün istekleri, “Ezan’ın Arapça değil Türkçe okunması” dır. Zaten, kendilerinin bu istekleri doğrultusunda Ezan, , 1934 – 1950 zaman diliminde Türkçe okunmuş, Arapça Ezan’a geri dönüş, 16 Haziran 1950’de Başbakan Adnan Menderes’in kararıyla olmuş, bunun onlar tarafından hazım edilememesi sonucu, “Devrimlere tepki” veya “Karşı Devrim” olarak değerlendirdikleri bu olay, Menderes’i devirmeye ve idam etmeye yönelik 27 Mayıs 1960 Darbesinin sebeplerinden birisi sayılmıştır.
Günümüz itibariyle de, kendileri neredeyse hiç namaz kılmadıkları halde, ezan konusunda da “Müslümanlara sürekli yüklenerek sonuçsuz sorunlarla onları hırpalamak” ve “İslam dünyası birliğini bozmak” a yönelik olarak da “Türkçe Ezan” istemeye devam etmektedirler.
IV-Bir üniversitede hoca birisi, “Başörtülüler kamu kuruluşlarında çalıştırılmamalıdır” görüşleri sonucu, bir “inanç hürriyeti ve hak ihlali” sergiledi. CHP geleneğinden olarak da CHP eski milletvekili ve eski Kültür Bakanı Fikri Sağlar da (Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun “Parti olarak, başörtülü kadın ve kızlarımızın haksızlıklara uğramalarına ve mağduriyetlerine son verdik” demesine rağmen) birkaç yıl önce, “Başörtülü yargıçları hazmedemiyorum; bunların adliyelerde adaleti yerine getireceklerine inanmıyorum” demesi de büyük tepki almıştı.
Şimdilerde de, “Demokrasi, hak ve hürriyetlerin ana vatanı Avrupa” yaftası ve safsatasıyla bize yutturulmaya çalışılan bu kıta ülkelerinde, başta Fransa olmak üzere birçok ülkede “Başörtülü kadın ve kızların kamuda çalışmalarını yasaklama yasaları” nın parlamentolarda çıkarılmaya çalışıldığını öğrendik. Anlaşılan, Hristiyan Avrupa’nın zaten geleneğinde var olan “İslamafobi” si (İslam düşmanlığı), bizim içimizdeki “Avrupa hayranları” na da bütün özenti ve yapılanmalarıyla yansımış, oradan taklitçilik eseri olarak gelmiştir. Buna, “yerli işbirlikçilik” de diyebiliriz.
V-Hocalara, hacılara vb. yönelik “itibarsızlaştırma” lar, zaten Cumhuriyet’le yaşıt olarak yıllardır sürüyor. Okullarda öğrencilere hep, “Bizi hep hocalar, hacılar geri bıraktı” telkinleri ve propagandası yapılır, “Dünya sarı öküzün boynuzundadır” ifadesi, yanlış ve maksatlı yorumlanarak, hocalar ve hacıların “Dünyanın yuvarlak olduğuna inanmadıkları, sarı öküz boynuzunu salladıkça deprem olduğuna inandıkları” nı hep söylerdi. Halbuki, sözü edilen öküz, Türk köylüsünün zirai hayatında büyük bir unsur oldu için söylenmişti. O olmazsa hiçbir şey yapamaz, tarlasını süremez, tohumunu ekemez, harmanını göremez, evine taşımalarını yapamazdı vb. Öküz, onun başlı başına hayatının önemli ve vazgeçilmez bir vasıtası olduğu için “Dünya sarı öküzün boynuzunda” denilmişti.
Özellikle de Cumhuriyet gibi gazetelerde, bu gazetelerin yıllanmış karikatüristleri tarafından hocalar, hacılar, onların kullandıkları cübbeleri, takkeleri, tespihleri, takunyaları, seccadeleri. çember sakalları vb. ile çirkin çirkin karikatürize edilirlerdi. Bu karikatürler, toplanıp bir araya getirilirse, her halde bir kitap olabilir kanaatindeyim. Birisi bunu, dinî olan birçok şeyi “çizgi, çizim” ile “itibarsızlaştırılması” na yönelik “tarihimizde yaşanan ibret belgeleri” olarak kazandırmak için yapmalıdır.
“İtibarsızlaştırmak, gözden düşürmekten” olarak din görevlileri hakkında sık sık “yalan haberler” de çıkardı. Geçmiş yıllarda malum gazetelerin bir haberinde, keçisi çalınan Denizli müftüsünün bu haberi, gazeteye “Müftü Keçi Çaldı” haber başlığı ile yansıtılmıştı.
Ağırlıklı olarak hacıları yıpratmaktan olarak da Hac farizasını yerine getirmek için Kabe’ye gidin bunlara yönelik olarak da “Paralarını I. Dünya Harbinde bize ihanet eden Araplara yediriyorlar” propagandasını yaparak, adı geçen farizanın yerine getirilmemesi telkin edilirdi.
Daha neler, neler!….
Yaptıklarının Meyvelerini mi Topluyorlar?
Çoğu, İslami olan her şeyi “itibarsızlaştırmaktan” da öte, veya bunu bir “araç” olarak kullanmak suretiyle çeşitli iç ve dış algı operasyonlarıyla gizli – açık toplumumuzu “İslamsızlaştırmak” a da yorumlanabilecek, bütün bunların bu emel doğrultusunda meyvelerinin daha fazla alınmaya başlandı şu günlerde, KONDA denilen bir anket kuruluşunun yaptığı “inanç anketi”” sonuçlarına bakılırsa, “yıkım” ın büyüklüğü karşımıza apaçık çıkmaktadır. Anket sonuçlarından olarak, , 2011 yılı ile 2022 yılı arasında bir karşılaştırma yapılırken, 2011’de “inancım yok” diyenlerin oranı % 2 iken bunun 2022’de % 6’ya çıktığı, 2011’de “ateistim” diyenlerin oran % 2 iken bunun 2022’de % 7’ ye yükseldiği ve 2011’de “dindar ve muhafazakarım” diyenlerin % 27 olan oranının 2022’de % 24’e düştüğü haberinde yer alıyordu.
Bütün bu “itibarsızlaştırma” söylem ve eylemlerinin giderek ,“İslamsızlaştırmak” a terfi etmesi sonucu, “ektiklerimizin meyvelerini topluyoruz” diye seviniyorlardır. Şu gerçekler bilindikten sonra hiç de sevinmesinler. Yaptıklarıyla belki de “kimi hizmet ettikleri” nin farkında değildirler. Çünkü, İslamiyet doğduğu günden beri, Yahudi –Hristiyan Medeniyeti, “İslam ve medeniyetini mutlak surette yok etmek emeli” nden hiç vazgeçmiş değildir. Bu cümleden olarak The Times of İsrael gazetesinin bir haberinde, İngiliz Yahudi Temsilciler Meclisi Başkan Yardımcısı ve Yahudi Ulusal Fonu İngiliz Şube Saymanı Gary Mond’un twittirinden şu görüşleri aktarılıyordu: “Biz (Yahudiler) liderlerimizin tüm medeniyetlerin, Batı –Doğu, Amerika, Rusya, İsrail , her neyse hepsi İslam ile savaştayız. Ve İslam tarihte kaybettiği gibi yine kaybedecektir.”
Bu gerçek de bilindikten sonra, yapılmak istenenlerin bilerek veya bilmeyerek, Haçlı Misyoner Hristiyanlığının Siyonist Yahudi ittifakıyla, milletimize karşı olan bütün mücadelelerinin kime hizmet edip etmediğinin hesabı ve otokritiğini Tanzimat’tan bugüne tam ve doğru olarak yaparak, iç ve dış hainana operasyonlara âlet ve onların içimizdeki yerli işbirlikçileri olmamaya çalışalım, özen gösterelim.