
İLHAN KARAÇAY’IN KUŞBAKIŞINDAN DÜNYADAKİ DURUM
*Çin’in Uygur Türklerine yönelik politikaları ve sessiz bırakılan bir halk…
*İsrail ve Filistin savaşında karar vericiler ve bedel ödeyenler…
*ABD ve küresel güç düzeni: Hegemon mu yoksa ticaret imparatoru mu?…
*Rusya: Parçalanan Sovyetler’den sonra süper güç sevdası…
*Ukrayna Krizi: Avrupa’nın hesap hataları ve cahil cesareti…
*Kıbrıs Sorunu: Tanınmayan KKTC ve görmezden gelinen Türk varlığı…
*Türkiye: Umut veren söylemler ve büyüyen endişeler…
*İstanbul: Dünyanın en güzel ve yaşanır şehri. bir de o fakirlik olmasa…
*Hollanda: 60 yıldır yaşadığım, dünyanın en refah ülkelerinden biri…
*Tüm bu karmaşanın içinde hâlâ ayakta kalan insanlık değerleri…
İlhan KARAÇAY dünyayı inceledi ve yazdı:
Bir sabah oturdum ve düşündüm. Bu yaştan sonra ben, niye yola çıkarım?
Para için değil. Şöhret için değil. Gezmiş olmak için hiç değil.
Ben dünyayı gezmeye, insanı yerinde anlamak için çıktım.
Bu yolculuğa çıkarken aklımda turistik fotoğraflar yoktu.
Ne Eyfel’in önünde poz verme derdim vardı, ne de “şurada da bulunmuştum” demek gibi bir hevesim. Zira geçmişte bunların hepsini görmüş ve yaşamıştım.
Ben dünyayı kartpostallardan değil, yüzlerden okumak istedim.
Çünkü artık şunu fark ettim: Dünya, masa başından anlaşılmıyor. Dünya, stüdyodan anlatılamıyor. Dünya, koltukta oturarak yorumlanamıyor. Dünya, yerinde görülerek anlaşılır.
Hangi ülkeye gittiysem kendime şunu sordum: ‘Burada insanlar sadece hayatta mı kalmaya çalışıyor yoksa hâlâ yaşamaya mı çalışıyor?’
Aradığım aslında manzara değildi, insandı.
Ve hemen şunu gördüm: Dünya büyük bir televizyon yalanı değil, ama televizyon dünyayı çok küçük ve çok çarpık gösteriyor.
ÇİN VE UYGUR SORUNU: SESSİZLİĞE MAHKÛM EDİLEN BİR HALK
Çin, dışarıdan bakılınca kusursuz bir makine gibi ve dev bir güç. Aynı zamanda kendi sergilediği imajın esiridir. Teknoloji üreten, fabrikalarıyla dünyayı dolduran, limanlara hükmeden bu dev ülke. Ekonomisiyle, teknolojisiyle, disipliniyle dünyaya meydan okuyor gibi.
Her şey sistemli, her şey düzenli, her şey kontrol altında.
Ama konu ‘Uygurlar’ olduğunda, gücünü korkuya dönüştüren bir devlete dönüşüyor.
O dev güç, bir halktan korkuyor.
Sorunun kökü, sadece azınlık politikası değildir. Bu mesele, Çin’in kültürel homojenleştirme takıntısından kaynaklanıyor. Pekin yönetimi şunu istiyor: ‘Tek dil, tek kimlik, tek resmi tarih.’
Ama Uygurlar bu kötülüğü kabul etmiyor. Çünkü Uygurlar sadece bir etnik grup değil, bin yıllık bir kültürdür. Dilleri, müzikleri, yemekleri, inançları. Hepsi bir hafızadır.
Ve işte tam da bu yüzden Çin, onları sadece susturmuyor. Onları unutmak zorunda bırakmak istiyor.
Toplama kampları, yeniden eğitim merkezleri adı altında kurulan sistemler. Ama gerçekte olan şu: Bir halkın kimliği törpüleniyor.
Uygur bölgesine vardığınızda şunu hissediyorsunuz: Binalar modern, yollar geniş, her şey var. Ama ruh eksik.
İnsanlar konuşurken etrafına bakıyor. Sohbet ederken sesi kısılıyor. Bazı kelimeler yarım kalıyor.
Bir Uygur şöyle dedi: “Burada sözler serbest değil, sadece nefes almak serbest.”
Ama buna rağmen, bir şey hâlâ yaşıyor orada: Kültür.
Bir anne çocuğunun kulağına gizlice Uygurca bir ninni fısıldıyor.
Bir yaşlı, evinde yasak olduğu halde eski bir türkü mırıldanıyor.
Bir genç, telefonunda gizli gizli kendi tarihini okuyor.
Şunu anladım: Baskı suskunluk yaratır ama hafızayı öldüremez.
Ve tüm dünya ve hatta Türkiye Ucuz Çin mallarından vazgeçmemek için vicdanını taksitle susturuyor.
İSRAİL VE FİLİSTİN SAVAŞI: SAVAŞI YÖNETENLER VE ACISINI ÇEKENLER
Bu coğrafyada taş bile yorgun.
Her sokakta bir hikâye, her duvarda bir kayıp var.
Yıkılmış evler, parçalanmış hayatlar, sessiz kalan dünya.
Filistin tarafında yıkılmış evler, yerde toz, havada siren sesi, gökyüzünde dron uğultusu.
Bir çocuğa soruluyor: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?”
Çocuk duruyor ve şöyle diyor: “Büyümek istiyorum.”
Bu cümle bütün diplomasi metinlerinden daha ağırdır.
Ama işin diğer tarafında, İsrail’de yaşayan sıradan bir kadın da şunu söylüyor: “Biz de korkuyla yaşıyoruz. Ama korku, başkasının canını almaya gerekçe olmamalı.”
İşte gerçek burada. Sorun sadece iki halk arasında değil.
Sorun, bu korkuyu siyasete, bu acıyı yatırıma, bu savaşı stratejiye dönüştürenlerde.
Bu meselenin kökü, 1917 Balfour Deklarasyonu’na, 1948’deki Nakba’ya ve Batı’nın Ortadoğu’daki çıkar hesaplarına uzanır.
Bir halkın vatan diye gördüğü yer, bir başka halk için güvenlik alanı olarak sunuldu.
Ve bu yanlış hesap, on yıllardır kanla ödeniyor.
Çocuklar ölüyor ama karar masasında çocuk yok.
Anneler ağlıyor ama müzakere masasında onları kimse temsil etmiyor.
Sokaklar yanıyor ama yangını çıkaranlar klimalı odalarda oturuyor.
Savaşın kazananı yoktur. Ama kaybedenleri her gün artıyor.
ABD VE KÜRESEL HEGEMONYA:
DÜNYANIN PATRONU MU, TACİRİ Mİ?
Amerika’ya gittiğinizde, size satılan ilk şey özgürlük olur.
Ama fiyat etiketi hep arkada gizlidir.
Bir üniversite öğrencisi, “Amerika gerçekten özgür mü?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Özgür olmak pahalıdır. Biz çoğu zaman onu karşılayamıyoruz.”
Bu ülke, dünyaya demokrasi ihraç ettiğini söyler ama, arka kapıdan silah satar.
Bir yandan insan haklarından söz eder, öte yandan milyonlarca insanın iç işlerine burnunu sokar.
Sorunun kökü şudur: “Amerika için demokrasi bir değer değil, çıkar aracıdır.”
ABD’ye uymayan hükümetler devrilir. Uyanlar desteklenir. Petrol olan yerlere özgürlük gider. Olmayan yerlere ise sadece nasihat.
Ama şu da açıktır: “Amerika sadece Pentagon’dan ibaret değildir.”
Orada da sokakta yaşayan, direnen, vicdanını kaybetmemiş insanlar vardır.
Devlet başka, insan başkadır.
Amerika, sadece dünya jandarması değil.
Bugün aynı zamanda kendi sokaklarında bile güvenliği tartışılan bir ülke.
Birkaç gün önce yaşanan yeni bir terör saldırısı, bunun en acı örneklerinden biri oldu.
Her olaydan sonra benzer cümleler kuruluyor:
“Tedbirler artırılacak… Güvenlik gözden geçirilecek… Sorumlular bulunacak…”
Ama değişen bir şey oluyor mu?
Hayır.
Çünkü Amerika’da sorun silah değil. Sorun, silaha tapınan bir zihniyettir.
Özgürlük, burada çoğu zaman başkasının canına mal olan bir ayrıcalığa dönüşüyor.
Bir başka son gelişme daha: Venezuela’daki durum.
Venezuela artık sadece ekonomik bir çöküş değil, küresel bir hesaplaşma alanıdır.
Bir zamanlar petrol zengini olan bu ülke, bugün yoksulluğun ve siyasi tıkanmanın sembolüne dönüşmüştür.
Ancak ABD’den buraya “demokrasi için” bir müdahale beklemek saflık olur.
Çünkü Washington’un derdi özgürlük değil, enerji ve jeopolitik kontroltür.
Ve bugün artık şu cümle daha sık kuruluyor:
ABD’nin Venezuela’ya müdahale edeceği iddiaları yoğunlaşıyor.
Bu kez “dünya jandarması” rolüyle değil, açık çıkar hesabıyla.
…Ve bugün Amerika’nın en büyük sorunu da budur: “Kendi halkıyla bile arasında büyüyen mesafe.”
RUSYA: PARÇALANAN BİR İMPARATORLUĞUN RUH HALİ
ABD’nin yönlendirdiği Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni çökertti.
Ama yıkılan sadece bir rejim değildi. Bir hayal, bir güç duygusu, bir dünya iddiası da dağıldı.
Ve o enkaz, hâlâ Rus halkının omuzlarında.
Bir Rus emekli şöyle dedi. “O zaman özgür değildik. Şimdi de huzurlu değiliz.”
Rusya bugün geçmişine sıkışmış bir dev.
Bir yandan eski gücüne dönmek istiyor.
Bir yandan yeni dünyada yer bulamıyor.
Bir ülke sadece haritayla toparlanmaz. Önce ruhunu toparlaması gerekir.
Ve Rusya hâlâ bunu yapmaya çalışıyor ama bazen yanlış yollardan geçerek.
Gücü güvenliğin yerine koyuyor. Ve bedelini yine halk ödüyor.
Sorunun kökü şudur. Gücü güvenlik zanneden bir zihniyet.
Ve o güvenlik adına yapılan her hamle, yeni güvensizlikler doğurur.
Bedelini kim ödüyor? Siyasetçiler değil.
Cephede ölen gençler.
Markette fiyatları sayan kadınlar. Kira yetiştiremeyen işçiler.
UKRAYNA: BİR KOMEDYENİN RUH HALİ VE AVRUPA’NIN CAHİL CESARETİ
Ukrayna artık sadece bir ülke değil. Bir cephe hattı.
Avrupa, bu savaşı uzaktan izlerken, barıştan değil, jeopolitik kazançtan söz ediyor.
Ukrayna’da gençler liderlik tartışmasını çoktan bırakmış durumda. Onlar sadece yaşamak istiyor.
Zelenski bir lider olabilir. Bir komedyen de olabilir.
Ama Avrupa’nın onu, dünyayı ateşe atacak kadar sahiplenmesi, tarihi bir körlüktür.
Çünkü gençler şunu söylüyor: “Bize silah değil, barış lazım.”
Ama silah satmak, barış satmaktan her zaman daha kârlı.
Sorunun kökü şudur. Barış kazandırmaz. Silah ise çok kazandırır.
Bu dünyada artık vicdan değil, bütçe konuşur.
KIBRIS: TANINMAYAN DEVLET VE UNUTULMAYA ZORLANAN HALK
Kıbrıs meselesi sadece bir ada meselesi değildir.
Bu, uluslararası ikiyüzlülüğün açık fotoğrafıdır.
Kasıtlı olarak bölünmüş devletler bile dünyada bir şekilde tanınırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hâlâ yok sayılıyor. Kendi toprağında var, dünya haritasında yok.
Sorunun kökü Rum tarafının tek egemen devlet olarak sunulması değildir sadece.
Sorunun kökü, Batı’nın çıkar terazisidir.
Kosova’yı tanıyanlar, Güney Sudan’ı alkışlayanlar, KKTC söz konusu olunca susuyor.
Çünkü Kıbrıs, satranç tahtasında bir taş. Ama o taşın üzerinde yaşayan bir halk var.
Gençleri göç ediyor. Ekonomi kırılgan. Umudu sınır kapılarında tükeniyor.
Kıbrıs’ta dolaşırken garip bir duygu var.
Hem evindesin hem yabancısın.
Bir taraf tanınıyor. Bir taraf yok sayılıyor.
Ama adalet bu mu?
Bir Kıbrıslı Türk şöyle dedi: “Biz en çok dünyaya değil, bazen kendimize yeniliyoruz.”
En acısı şu. Bazı Kıbrıslı Türkler, “Rum tarafına bağlanalım” diyor.
Bu, geçmişin acılarını bilmeden geleceği satmaktır.
Bir esnafın cümlesi ise şuydu: “Bayrak karnı doyurmuyor abi. Ama hafıza satılmaz.”
Buna rağmen hâlâ bu toprağa sahip çıkanlar var.
Hâlâ bu hafızayı terk etmeyenler var.
TÜRKİYE: UMUT, YORGUNLUK VE
ARADA KALAN BİR ÜLKE
Türkiye artık sadece bir ülke değil. Bir ruh hali.
Bir yanı geçmişinin gururuyla yaşayan, bir yanı bugünün yükünü taşımakta zorlanan bir toplum.
Sorunun kökü sadece ekonomi değil.
Sorun, güvenin aşınması.
Adalet duygusunun zedelenmesi.
Geleceğin flu hale gelmesi.
İnsanlar artık şunu soruyor: “Bu ülkede hayal kurulur mu yoksa sadece sabredilir mi?”
Gençler yurt dışına gitmenin yollarını arıyor.
Yaşlılar geçmişi özlüyor.
Orta yaşlılar bugünü taşımaktan yorulmuş durumda.
Ama buna rağmen Türkiye hâlâ direniyor.
Çünkü bu ülkede hâlâ güçlü bir dayanışma damarı var.
Hâlâ düşene el uzatma kültürü var.
Hâlâ yok olmamış bir vicdan var.
Türkiye şu an bir yol ayrımında değil. Bir yüzleşmenin eşiğinde.
…Ve bu yüzleşme, ya yeni bir diriliş doğuracak, ya da uzun bir yorgunluk.
İSTANBUL: DÜNYANIN EN GÜZEL VE YAŞANIR ŞEHRİ. BİR DE O FAKİRLİK OLMASA…
Bu fotoğrafa bakınca insanın içine garip bir şey çöküyor.
Sanki hem bir gurur, hem bir hüzün, hem de tarifsiz bir özlem.
Çünkü İstanbul, yalnızca bir şehir değil.
O, bir hatıralar atlası, bir medeniyet yorgunu ve aynı zamanda bir direniş mekânı.
Boğaz, gecenin içinde bir gümüş yol gibi uzanıyor.
Köprü, iki kıtayı değil, iki ayrı ruh halini birbirine bağlıyor.
Bir yakasında geçmiş…
Diğer yakasında belirsiz bir gelecek.
“Boğaziçi şen gönüller yatağı…” diye başlayan o eski şarkılar boşuna söylenmedi.
Bu şehir, vaktiyle gerçekten de şen gönüllerin yatağıydı.
Aşıkların buluştuğu, şairlerin ilham aldığı, gurbetçilerin veda ederken son kez baktığı yerdi.
Bugün ise İstanbul biraz daha yorgun.
Biraz daha gürültülü.
Biraz daha sabırsız.
Ama hâlâ büyüleyici.
Lüks gökdelenlerin gölgesinde sıkışan hayatlar var artık.
Tarih kokan semtlerin yerini betonun sert yüzü alıyor.
Ama ne olursa olsun,
Boğaz’ın suyuna karışan o kadim ruhu kimse söküp atamıyor.
Orhan Veli’nin dediği gibi,
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…”
Dinlediğinizde hâlâ martı seslerini, vapur düdüklerini ve sokak satıcılarının yankısını duyarsınız.
Ve bir de o derin iç çekişi…
Yüzyılların yorgunluğunu taşıyan o sessiz iç çekişi.
İstanbul artık bir masal şehri değil belki.
Ama hâlâ bir kader şehri.
Sevenini de yoran.
Gururlandıran ama aynı zamanda yaralayan.
Ve yine de…
Bütün yoksulluğuna, bütün keşmekeşine, bütün kırgınlığına rağmen
İstanbul, İstanbul’dur.
Çünkü bazı şehirler yaşanmaz.
Bazı şehirler yaşatır insanı.
Ve İstanbul, hâlâ yaşatmaya devam ediyor.
HOLLANDA: 60 YILDIR YAŞADIĞIM, DÜNYANIN EN REFAH ÜLKELERİNDEN BİRİ
Ben bu ülkeye geldiğimde takvimler farklıydı.
Sokaklar daha sessizdi. İnsanlar daha mesafeliydi. Ama sistem, daha netti.
Hollanda bana şunu öğretti: Refah, sadece para değildir. Refah, kuralların işlemesidir.
Refah, hakkın tanınmasıdır. Refah, sıraya girmenin doğal karşılanmasıdır.
Burada kimse torpil sormaz. Çünkü sistem torpile izin vermez.
60 yıldır bu ülkede yaşıyorum. Lalelerin açtığı baharları da gördüm.
Koalisyon kavgalarının bitmeyen sonbaharlarını da.
Hollanda’da hükümet kurmak, bazen mevsim değiştirmekten daha uzun sürer.
Ama ilginçtir, devlet aksamaz.
Koalisyon tartışmaları aylar sürer.
Partiler anlaşamaz. Masalar dağılır, yeniden kurulur.
Ama hiçbir Hollandalı şunu sormaz: “Peki şimdi ülke nasıl yönetilecek?”
Çünkü burada sistem kişilere değil, kurallara dayanır.
Bir gün bir Hollandalı komşum bana şöyle dedi: “Bizde hükümetler geçicidir ama kurumlar kalıcıdır.”
İşte bu cümle, bu ülkenin özüdür.
Hollanda bazen soğuk görünür. Ama adaletle ısınan bir tarafı vardır.
Bazen mesafelidir. Ama güven verir.
Ve ben, 60 yıldır bu ülkede yaşarken şunu gördüm:
Refah, lale bahçeleri kadar süslü değil. Ama bir o kadar da emeğe dayalıdır.
DÜNYANIN, YAŞAMAYA DEĞER HÂLÂ GÜZEL TARAFLARI DA VAR
Dünya çok yara aldı. Bunu gördüm. Bunu yaşadım. Bunu dinledim.
Ama şunu da gördüm: “Dünya sadece yıkımdan ibaret değil.”
Her bombanın düştüğü yerde birileri enkaz kaldırıyor. Her yıkılan evin yanında birileri yeniden umut kuruyor. Her kararan gökyüzünün ardından bir sabah yine doğuyor.
Ve işte bu yüzden bu yazıyı karamsarlıkla değil, umutla bitirmek istiyorum.
İtalya’da küçük bir kasaba:
Sabah erkenden bir fırında yaşlı bir amca vardı.
Kahveleri hazırlarken baktı ve dedi ki: “Gelen misafir değildir. Dünyanın her köşesinden gelen, ev sahibidir.”
İşte o an anladım. Güzellik bazen bir fincan kahvedir.
Japonya’da bir sabah, küçük bir tren istasyonu:
Kalabalık yoktu. Gürültü yoktu. Sadece zaman vardı. Bir adam geldi. Elindeki süpürgeyle peronu temizlemeye başladı. Ama öyle hızlı değil. Öyle acele değil.
Her çöpü alırken hafifçe eğiliyor, her adımı bir ritüel gibi atıyordu.
‘Her gün mü bunu yapıyorsunuz?’ sorusuna, gülümseyerek şu cevabı verdi: “Evet. Çünkü buraya gelen herkesin günü temiz başlasın istiyorum.”
O an anladım: Bazı ülkeler teknolojisiyle büyür. Bazı ülkeler parasıyla. Ama Japonya, sorumluluk duygusuyla büyümüş.
Orada sokaklarda çöp göremezsiniz. Ama çöp kovası da yoktur. Çünkü herkes, çöpünü vicdanında taşır.
İşte Japonya bana şunu öğretti: Güzellik bazen tapınak değil, bir davranıştır. Bir düzendeki sessizliktir. Bir insanın işine gösterdiği saygıdır.
Ve bu yüzden diyorum ki: Dünya hâlâ güzel.
Çünkü Japonya’da bir adam hâlâ sabahları bir istasyonu temizliyor.
Evet…
Çin’de zulüm var.
Filistin’de gözyaşı var.
Ukrayna’da bombalar var.
Kıbrıs’ta yalnızlık var.
Rusya’da korku var.
Amerika’da fırsatçılık var.
Ve bu yüzden diyorum ki: ‘Dünya kötü değil. Dünya yorgun.’
Ama hâlâ sevgiye açık, umut taşıyan, iyilikle nefes alan insanlarla dolu.
Ben dünyayı gezerken şunu öğrendim:
Devletler bozabilir.
Sistemler çökebilir.
Siyaset kirletebilir.
Ama eğer bir insan yolda bir yabancıya gülümseyebiliyorsa, bu dünya hâlâ kurtarılabilir.
Bu yazıyı şöyle bitirmek istiyorum: Dünya kötüye gidiyor olabilir. Ama insan hâlâ güzel kalabiliyorsa, bu yol bitmemiştir.
…Ve sırf bu yüzden gezmeye devam edeceğim. Çünkü dünyayı, haberlerden değil, insanlardan öğrenmek istiyorum.
****
TÜRKİYE’Yİ EN İYİ ŞEKİLDE YÖNETECEK VE DÜZLÜĞE ÇIKARACAK DEHA İSİM: TALİP KÜÇÜKCAN
Ben bir ‘yetenek avcısı Scout’ değilim. Cumhurbaşkanı seçme görevim de yok. Ama, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olmayı en çok hak eden, bunu bilgiyle, olgunlukla ve temsil gücüyle en çok doldurabilecek isim: Prof. Dr. Talip Küçükcan’dır.
Akademiden siyasete, siyasetten diplomasiye uzanan başarılı bir Türk portresini, sizlere tüm detayları ile anlatacağım.
Analiz
Türkiye, tarihin her döneminde zor sınavlardan geçmiş bir ülkedir. Fakat son yıllarda yaşanan siyasi gerilimler, ekonomik dalgalanmalar, toplumsal huzursuzluklar, kutuplaşmalar ve dış politikada ortaya çıkan belirsizlikler, milletçe hepimize aynı soruyu sorduruyor:“Bu ülkeyi, bilgiyle, liyakatle, vakar ile kim yeniden ayağa kaldırabilir?
Kim, bu ülkenin yaralarını sükûnetle sarabilir?
Kim, Türkiye’yi hem içeride hem dışarıda saygın, güçlü ve güven veren bir yapıya taşıyabilir?”
Bu soruların cevabını yıllardır zihnimde taşıyor ama yüksek sesle dillendirmiyordum. Zira Türkiye’de bir ismi “cumhurbaşkanı adayı” diye anmak, büyük bir sorumluluk, büyük bir iddia ve aynı zamanda büyük bir hakkaniyet gerektirir. Ancak bazı kişilerin devlet adamlığı vasfı, “adaylık” tartışmalarının ötesine geçer ve kendini apaçık ortaya koyar.
Ben, bir spor kulübüne yıldız arayan ‘scout’ değilim ve bir ülkeye cumhurbaşkanı seçmek gibi bir görevim de yok. Ama birazdan anlatacaklarım öyle bir isim üzerinedir ki, kendimi adeta gizli bir scouting departmanının gönüllü elemanı gibi hissettim.
Az önce sizin için kaleme almaya başladığım yazı, bende uzun zamandır şekillenmiş olan bu kanaati kalbimin ve kalemimin tam ortasına yerleştirdi. Bu yazı, beni adeta şu gerçeği açıkça ifade etmeye mecbur bıraktı: Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olmayı en çok hak eden, bunu bilgiyle, olgunlukla ve temsil gücüyle en çok doldurabilecek isim: Prof. Dr. Talip Küçükcan’dır.
Çünkü Talip Küçükcan’ın hayatına ve birikimine şöyle yakından baktığımızda, aslında karşımıza tek bir meslek kimliği değil, çok boyutlu bir devlet adamı portresi çıkıyor.
Talip Küçükcan’ın hayat hikâyesine baktığımızda, karşımıza sadece bir akademisyen çıkmıyor.
Sadece bir siyasetçi de çıkmıyor.
Karşımıza ‘ilmi bilen, siyaseti kavrayan, diplomasiyi okuyabilen, toplum dinamiklerine hakim, uluslararası çevrelerde saygı gören, çalışkan, dürüst ve sakin bir devlet adamı’ profili çıkıyor.
Türk diasporasının önemli isimlerini İstanbul’da bir araya getiren “10. Dünya Türk İş Konseyi Kurultayı”nda, branşlarında başarılı olmuş kişilere ödüller dağıtılmıştı. İşte o ödül töreninde, ‘En Başarılı Akadmisyen’ dalındaki ödülü, Talip Küçükcan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elinden almıştı.
Küçükcan’ın Osmaniye’nin Kadirli ilçesinden başlayarak İngiltere’nin en köklü üniversitelerine uzanan eğitim hattı; Avrupa’daki Türk ve Müslüman toplumları üzerine yaptığı derinlikli incelemeler; Türkiye’deki akademik üretimi; Meclis’teki görevi sırasında dış politika ve demokrasi alanında oynadığı aktif rol; Avrupa Konseyi’ndeki temsiliyeti; bugün ise Endonezya’da yürüttüğü çok katmanlı diplomatik faaliyetler…
Bütün bunlar bir araya geldiğinde, Türkiye’de çok az kişide gördüğümüz bir tablo ile karşılaşıyoruz: Liyakat ile tevazu, bilgi ile temsil gücü, yerli duruş ile evrensel bakış birlikte yürüyebiliyor.
İşte bu yüzden, bu ismi sadece tanıtmakla yetinemezdim.
Bu yüzden, sadece bir “portre yazısı” yazamazdım.
Bu yüzden, bu kalemin bir noktada şunu açıkça söylemesi gerekiyordu:
Benim cumhurbaşkanı adayım Talip Küçükcan’dır.
Bu yazının devamında, neden böyle düşündüğümü; neden Küçükcan’ın Türkiye için “devlet aklı”, “diplomatik derinlik”, “bilgi birikimi” ve “toplumsal uzlaşı” anlamında en uygun isim olduğunu; neden Türkiye’nin geleceğinde onun gibi bir vizyoner devlet adamına ihtiyaç duyulduğunu tüm yönleriyle anlatacağım.
…VE İŞTE BENİM CUMHURBAŞKANI ADAYIM:
Türkiye’nin son yıllardaki dış politika açılımında önemli görevler üstlenen Prof. Dr. Talip Küçükcan, akademik birikimi, siyaset tecrübesi ve bugün temsil ettiği diplomatik misyon ile çok yönlü bir kamu insanı olarak öne çıkıyor. Küçükcan’ın yaşam öyküsü, Türkiye’nin entelektüel sermayesinin devlet yönetiminde ve uluslararası ilişkilerde nasıl değer üretilebildiğinin somut bir örneği olarak değerlendiriliyor.
AKADEMİK TEMEL: ULUSLARARASI ÇALIŞMALARDA DERİNLİK
Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde doğan Talip Küçükcan, Türkiye’deki eğitim hayatının ardından yurtdışına açılarak akademik kariyerini uluslararası düzeyde geliştirdi.
Londra SOAS’ta yüksek lisans yapması, ardından Warwick Üniversitesi’nde etnik ilişkiler alanında doktora tamamlaması, onun sosyal bilimler disiplininde güçlü ve çok boyutlu bir perspektif edinmesini sağladı. Göç, kimlik, din-devlet ilişkileri ve toplumsal uyum gibi konularda uzmanlaşan Küçükcan, akademik camiada saygın bir yer edindi.
Küçükcan, Toplum Liderlik Vakfı ile Londra SOAS Üniversitesi’nin düzenlediği ‘Toplumsal Başarı Ödülleri’ gecesinde, en başarılı ödüle layık görüldü.
Bu süreçte Avrupa’daki Türkler ve Müslüman topluluklar üzerine yürüttüğü araştırmalar kapsamında, Hollanda’da da incelemelerde bulundu.
O dönemde toplumun nabzını tutmak için benimle de bir görüşme yapmış ve bu görüşmeden elde ettiği bilgileri raporuna yansıtmıştı. Bu durum, onun akademik çalışmalarında sahaya verdiği önemin ve araştırmacı titizliğinin erken bir göstergesiydi.
SİYASET VE PARLAMENTO DENEYİMİ
Prof. Dr. Talip Küçükcan, Türkiye’ye döndükten sonra akademik alandaki birikimini siyaset kurumuna taşıdı. 2015 yılında Adana milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giren Küçükcan, özellikle dış politika, Avrupa Konseyi ilişkileri, demokrasi, azınlık hakları ve kimlik politikaları üzerine yoğunlaştı. Parlamentoda görev yaptığı dönemde Türkiye’yi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde temsil etti ve burada kısa sürede etkin bir figür hâline geldi.
Hem ulusal hem uluslararası platformlarda Türkiye’nin tezlerini akademik bir olgunlukla savunması, onu “entelektüel siyasetçi” kimliğiyle tanınır kıldı. Sadece siyasi söylemiyle değil, rapor ve analizleriyle de dikkat çeken Küçükcan, Türkiye’nin demokratikleşme, toplumsal uyum ve dış politika konularında üretken bir isim oldu.
DİPLOMASİDE YENİ BİR SAYFA: CAKARTA BÜYÜKELÇİLİĞİ
Küçükcan’ın kariyeri, 2023 yılında Türkiye’nin Cakarta Büyükelçisi olarak atanmasıyla yeni bir evreye girdi. Endonezya gibi çok kültürlü, çok dinli ve stratejik bir ülkeye gönderilmesi, hükümetin ona duyduğu güvenin açık bir göstergesiydi.
Talip Küçükcan, ASEAN Genel Merkez Binasında , TIKA’nın ortak projeleri ve örnekleri yansıtan bir fotoğraf sergisi açmıştı.
Cakarta’daki görevine başladığı günden itibaren diplomatik alanda oldukça aktif bir profil çizen Küçükcan, Türkiye–Endonezya ilişkilerini “stratejik ortaklık” boyutuna taşımak için yoğun bir temas trafiği yürütüyor. Paylaşımlarında ve resmi etkinliklerde görüldüğü üzere, iki ülkenin:
Ekonomik ilişkilerini derinleştirmesi, ASEAN çerçevesinde politik iş birliklerinin güçlendirilmesi, kültür, eğitim ve din hizmetleri alanlarında ortak programların genişletilmesi, TİKA projelerinin tanıtılması, Türk kültürünün Endonezya’da daha görünür hâle gelmesi, gibi pek çok alanda aktif çalışmalar yürütüyor.
Türkiye Endonezya ilişkilerinin 75. Yıldönümünde, 1880’lerde Osmanlı Devleti Fahri Konsolosluğu olarak kullanılan, bugünki Cakarta Tekstil Müzesi’ne, ilişkilerimizin tarihi hatırlatan bir plaka yerleştirdi ve bir de ilişkilerde dünü ve bugünü yansıtan bir belgesel sergi açtı.
Endonezya’daki tekstil müzesine yerleştirilen ve Osmanlı’nın bu bölgedeki tarihî bağlarını hatırlatan plaka, Küçükcan’ın kültürel diplomasiye verdiği önemin bir yansıması olarak dikkat çekti. Bunun yanında düzenlediği fotoğraf sergileri, eğitim kurumlarına yaptığı ziyaretler ve bölgesel iş birliklerine dair temasları, Türkiye’nin Güneydoğu Asya’daki görünürlüğünü güçlendiren bir çizgi oluşturuyor.
HALKLA İLİŞKİ VE KAMU DİPLOMASİSİNDE ETKİN BİR İSİM
Küçükcan’ın diplomatik dildeki sakin üslubu, akademik temelli yaklaşımı ve toplumla doğrudan temas kuran çalışma tarzı, onu bölgedeki en görünür Türk diplomatlarından biri hâline getiriyor. Sosyal medya paylaşımlarından da görüldüğü üzere, hem protokol düzeyinde hem halk düzeyinde bir diplomasi yürütüyor. Endonezyalı öğrencilerle buluşmaları, eğitim kurumlarına yaptığı ziyaretler ve gençlere yönelik mesajları, Türk diplomasisinin yeni nesil yüzünü temsil ediyor.
TÜRKİYE’NİN ASYA’YA AÇILIMINDA KİLİT BİR İSİM
Prof. Dr. Talip Küçükcan, Türkiye’nin Asya-Pasifik bölgesindeki genişleyen dış politika vizyonunda önemli bir rol üstleniyor. Akademik birikimini diplomasiye taşıyan, siyaset tecrübesini uluslararası arenada ustalıkla kullanan Küçükcan; Türkiye’nin hem tarihî bağlarını hem güncel stratejik hedeflerini bölgeye anlatan güçlü bir temsilci konumunda.
Bugün geldiği nokta, uzun yıllara dayanan çalışkanlığının, düşünsel emeğinin ve devlet adamı ciddiyetinin doğal bir sonucu. Türkiye’nin Cakarta Büyükelçisi olarak yaptığı çalışmalar, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha önce olmadığı kadar derinleştiği yeni bir dönemin habercisi niteliğinde.
İlimle siyaseti, siyasetle diplomasiyi birleştiren bu kariyer çizgisi, Talip Küçükcan’ı Türk kamu hayatında özel bir yere taşıyor.
KÜÇÜKCAN’IN DOĞUM, EĞİTİM VE AKADEMİK GEÇMİŞİ DE ÇOK İLGİNÇ
Talip Küçükcan 5 Mart 1963’te Osmaniye’ye bağlı Kadirli ilçesinde doğdu.
İlk ve orta öğreniminden sonra Kadirli İmam-Hatip Lisesi’ni tamamladıktan sonra, 1986’da Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu.
Daha sonra akademik kariyer yaptı: 1990’da Londra Üniversitesi (SOAS) yüksek lisansını; 1997’de ise Warwick Üniversitesi etnik ilişkiler alanında doktorasını tamamladı.
Doktora sonrası dawarwick’te (Warwick Üniversitesi Etnik İlişkiler Araştırma Merkezi) araştırmacı olarak çalıştı.
Türkiye’ye döndükten sonra akademik kariyerine devam etti; din-devlet ilişkileri, göç, kimlik, sosyal entegrasyon gibi konularda çalışmalar yaptı. Kısacası Küçükcan, hem dini ilimler hem de sosyoloji/etnik ilişkiler alanlarında donanımlı bir akademisyen.
SİYASİ HAYAT VE MECLİS DÖNEMİ
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) saflarından siyasete atıldı.
7 Haziran 2015 seçimlerinde, 25. Dönem Adana milletvekili olarak TBMM’ye girdi.
2015–2018 yılları arasında milletvekili olarak görev yaptı.
Meclis’te özellikle dış politika, demokrasi, din-devlet ilişkileri, göç, azınlıklar ve Avrupa Birliği ile ilişkiler gibi konularda çalıştı.
Aynı zamanda partide görev aldı: AK Parti Siyasi ve Hukuki İşler Başkan Yardımcılığı yaptı.
Ayrıca uluslararası platformlarda da temsil etti: 2016 itibarıyla Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Türkiye Delegasyonu Başkanı, daha sonra Başkan Yardımcısı oldu.
Bu yönleriyle Küçükcan, akademik birikimini siyaset zemininde hayata geçiren, dış politika ve kimlik meselelerine odaklanan bir parlamenter portresi çizdi.
AKADEMİK VE SİVİL TOPLUM GÖREVLERİ
Akademisyen kimliğiyle siyaset öncesinde ve sonrasında da çalıştı. Özellikle göç, azınlıklar, din-devlet ilişkileri, toplumsal çözümleme alanlarında yazılar kaleme aldı.
Kurucu üyelerinden olduğu SETA (Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) bünyesinde dış politika araştırmaları yaptı; aynı zamanda dergilerde editörlük yaptı.
Örneğin, Insight Turkey adlı uluslararası bakış dergisinin editörü olarak görev aldı.
Bu yönüyle Küçükcan, akademi-siyaset sarmalında köprü işlevi gören entelektüel bir figür.
DİPLOMASİYE GEÇİŞ: BÜYÜKELÇİLİK GÖREVİ VE GÜNÜMÜZ
2022 yılında, TBMM milletvekilliği sürecini geride bıraktıktan sonra, diplomatik kariyere yöneldi.
2023 Nisan ayından itibaren Türkiye Cumhuriyeti Cakarta Büyükelçiliğine atandı; bu bağlamda ASEAN üye ülkeleri ile ilişkiler, Endonezya ve Doğu Timor gibi ülkelerle diplomatik temsil görevlerini yürütüyor.
Büyükelçi olarak görev aldığı süre zarfında, Türkiye-Endonezya ilişkilerini “stratejik iş birliği” boyutuna taşımaya odaklandığı anlaşılıyor. Siyasi, kültürel, eğitim ve diplomatik alanlarda aktif bir gündem izliyor.
Örneğin: Endonezya Din İşleri Bakanı ile görüşerek iki ülke arasında dini alanlarda iş birliğini görüştüğü haberleri var.
Küçükcan, Pasentren Modern Daarul Uluum Lido yatılı okulunu ziyaret etti. Endonezya’da dini eğitim odaklı 42 bin yatılı okulda milyonlarca öğrenci eğitim görüyor. Küçükcan orada, Türkiye’deki eğitim sistemi, kültürel ve tarihi bağlarımız ve yükseköğretim imkânlarını anlattı.
Aynı zamanda Türkiye’nin sağlık sistemi ve sağlık turizmi potansiyelini Endonezyalılara tanıttığı, turizm, eğitim ve kültür alanlarında ortak projelere açık olduklarını belirttiği haberler basında yer aldı.
KAMUOYU ve SİYASİ DURUŞ
Milletvekilliği döneminde, özellikle kültürel çeşitlilik, dil-din kimliği, vatandaşlık hakları gibi konularda, farklı kimliklerin eşit vatandaşlık temelinde temsil edilmesi gerektiğini savundu.
Din ve vicdan özgürlüğü, kimlik hakları gibi konulara vurgu yaptı; Türkiye’de demokratik alanın genişlemesinden yana olduğunu belirtti.
Dış politika alanında, hem parlamento içinde hem uluslararası platformlarda, Türkiye’nin çıkarları, göç, entegrasyon, farklı kültürlerle ilişkiler, Müslüman azınlıkların durumu, devlet-din ilişkileri gibi konularda aktif oldu.
Bu duruşu, akademik altyapısı ve diplomatik tecrübesiyle birleşince onu “entelektüel siyasetçi & diplomat” kimliğiyle öne çıkan bir figür hâline getiriyor.
Dış politika alanında, hem parlamento içinde hem uluslararası platformlarda, Türkiye’nin çıkarları, göç, entegrasyon, farklı kültürlerle ilişkiler, Müslüman azınlıkların durumu, devlet-din ilişkileri gibi konularda aktif oldu.
SON GELİŞMELER: ENDONEZYA VE ASEAN ÇERÇEVESİNDE TÜRKİYE’NİN YENİ DİPLOMASİ DİLİ
Türkiye ile Endonezya arasındaki iş birliğinin “yeni faz”a geçtiğini işaret ediyor. Ekonomi, kültür, eğitim, diplomasi gibi birçok alanda geniş kapsamlı ortaklık arayışı olduğu anlaşılıyor.
Bu paylaşım, Endonezya’daki Türk dış temsilciliğinin yalnızca diplomatik yazışma ya da protokol temelli değil; “stratejik ortaklık, halkla ilişki, kamu diplomasisi, kültür diplomasisi” gibi çok boyutlu olduğunu gösteriyor.
Küçükcan’ın geçmişte sosyal bilimler, din-devlet, göç, kimlik çalışmaları yapmış biri olması; Endonezya gibi çok dinli, çok etnikli ve tarihî olarak Müslüman kimlikli bir ülkede Türkiye’nin politikasını temsil etmede teorik bir altyapıya sahip olduğunu düşündürüyor.
Bu yönüyle, Küçükcan’ın büyükelçiliği, klasik diplomatik görevlerin ötesinde, Türkiye’nin Asya’daki pozisyonunu kültürel ve ideolojik düzeyde yeniden şekillendirme çabasının parçası olarak okunabilir.
NİÇİN ÖNEMLİ?
Türkiye’nin son yıllarda dış politikasında “Atlantik ekseni dışında” alanlarda genişlemeye gitmesi, Asya–Pasifik, ASEAN, Güneydoğu Asya gibi coğrafyalarla ilişkileri derinleştirmesi hedefi, bu açıdan Küçükcan’ın ataması stratejik.
Küçükcan’ın akademik geçmişi, Türkiye ile Endonezya arasındaki hem tarihî hem kültürel bağları analiz edebilecek donanımı sağlıyor. Bu da ilişkilerin “sadece devletler arası protokol” değil, “kültür-diplomasi, toplumsal bağ, halkla temas” boyutunu kapsadığı anlamına geliyor.
Diplomasinin giderek “çok katmanlı” hâle geldiği günümüzde, ekonomi, eğitim, sağlık, göç, kültür ve bu çeşitlilik Küçükcan’ın vizyonuna uygun gibi görünüyor.
KÜÇÜKCAN’IN HOLLANDA ZİYARETİ SIRASINDA YAYINLADIĞIM HABER
Milletvekili ve AGIT Özel temsilcisi Talip Küçükcan Hollanda ziyaretinde çeşitli temaslarda bulundu.
Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin kurucu üyesi olan, çiçeği burnunda milletvekili Küçükcan, Hollanda Türkleri’nin sorunları ile yakından ilgileneceği sözünü verdi.
AMSTERDAM, (ÇAYPRESS)-Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı (AGIT) Dönem Başkanı’nın, ‘Müslümanlara Karşı Ayırımcılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele’ özel temsilcilsi Prof. Dr.Talip Küçükcan, Hollanda’daki müslümanların karşılaştığı sorunları yerinde incelemek ve tespitlerini raporlamak üzere resmi bir ziyarette bulundu.
Türkevi Araştırmalar Merkezi kurucuları arasında olan ve 7 Haziran seçimlerinde AK Parti Adana Milletvekili seçilen Prof. Talip Küçükcan, müslümanların karşılaştığı ırkcılık, ayırımcılık ve şiddet olaylarını araştırmak üzere önce ülke çapında faaliyet gösteren müslüman sivil toplum kuruluşlarının (CMO, SPIOR, EMCMO, v.d.) liderleri ve temsilcileriyle bir dizi görüşmelerde bulundu. Görüşmeler esnasında müslümanların eğitim, istihdam, güvenlik, siyaset v.b. alanlarda ayırımcılığa maruz kaldıkları, sözkonusu ayırımcılık ve hoşgörüsüzlüğün engellenmesi hususunda, Hollanda hükümetinin yeterli tedbirleri almadığı görüşünün hakim olduğu ifade edildi.
Prof. Küçükcan, resmi ziyareti çerçevesinde Hollandalı müslümanlar üzerine bilimsel çalışmalar yürüten akademisyen ve uzmanlarla da görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde Hollanda’da yaşayan müslümanların islamofobik olaylarla karşılaştıkları, özellikle Fransa’daki karikatür dergisine yapılan saldırılardan sonra Hollandalı müslümanların sözlü ve fiziksel şiddete maruz kaldıkları dile getirildi. Camilere yapılan saldırılarda da artış görüldüğü ifade edilerek, Hükümetin sözkonusu ayırımcılık, hoşgörüsüzlük ve nefret söylemine karşı yeni yöntemler ve önlemler geliştirmesi gerektiği üzerinde hemfikir olundu.
Prof. Küçükcan, AGIT heyetiyle birlikte Hollanda Sosyal İşler ve İstihdam Bakanlığı; Eğitim, Bilim ve Kültür Bakanlığı; Halk Sağlığı, Refah ve Spor Bakanlığı yetkilieriyle de görüşerek, din ve inanca dayalı ayırımcılık ve hoşgörüsüzlükle mücadelede hangi tedbirlerin alındığı, ne tür siyasi ve hukuki enstrümanların kullanıldığı hakkında görüş alışverişinde bulundu. Görüşmelerde Hollandalı yetkililerin bu tür ayırımcılıkların varlığını teyid ettiklerini ve bunların engellenmesi için girişimlerde bulunduklarının ifade edildiği öğrenildi.
Küçükcan’ın, AGIT heyetinin ziyaret esnasında elde ettikleri bilgileri raporlaştırrarak, AGIT’e sunacağı ve raporda Hollanda hükümetine yol gösterici önerilerde bulunacağı ifade edildi.
Prof. Küçükcan, Hollanda ziyareti sırasında aynı zamanda kurucuları arasında bulunduğu Türkevi Araştırmalar Merkezi’ni de ziyaret ederek, Merkez’in yeni çalışmarı hakkında bilgi alışverişinde bulundu.
25. Dönem milletvekili olarak seçilen Türkevi dostları milletvekillerinin de katılacağı, Amsterdam ve Ankara merkezli faaliyetlerin yapılmasının da gündeme geldiği görüşmede, çeyrek asırdır Hollanda merkezli yürütülen ve Avrupa’yı aşan Türkevi faaliyetlerinin sivil toplum dünyasında örnek gösterilmesi sonucuna varıldı. Küçükcan, Türkevi Araştırmalar Merkezi’ne bundan sonra da desteklerinin devam edeceğini belirtti.
Diğer taraftan, Prof. Kücükcan Hollanda ziyaretinde, Hollanda MUSİAD iftarına da katılarak, Hollanda Türk toplumu temsilcileri ve girişimcileriyle de görüşerek, ekonomik hayata katkıları ve bunun Türkiye Hollanda ilişkilerine dair görüşlerini aldı.
AGIT Özel temsilcisi Prof. Küçükcan, aynı zaman da Hollanda Diyanet Vakfı merkezini ziyaret ederek, Vakıf’ın çalışmarı hakkında bilgi aldı.
Prof. Küçükcan ziyaretinin son gününde, Amsterdam’da Avrasya Sivil Toplum Forumu üyeleriyle iftar yemeğinde buluşarak, özellkle Hollanda’daki Türk ve Akraba Toplulukları sorunları hakkında görüş alışverişinde bulundu, ve bu sorunların çözümünün takipcisi olacağını ifade etti.
Talip Küçükcan ile övünenler arasında, aynı zamanda kurucusu olduğu Türkevi Araştırmalar Merkezi de var. Merkez’in üstteki mesajı, övüncü her yanı ile anlatıyor…
KÜÇÜKCAN’IN HOLLANDA ARAŞTIRMASI SONRASINDA YAZMIŞ OLDUĞU YORUM:
Küçükcan, öğrencilik yıllarında bir araştırma yapmak için gelmiş olduğu Hollanda’da, naçizane şahsımla da yapmış olduğu görüşmeden sonra, aşağıdaki makaleyi kaleme almıştı:
Bu makalede Küçükcan’ın bilgi ve duyarlılığı açıkça farkediliyor.
AVRUPALI TÜRKLERİN İMAJ SORUNU
Doç. Dr. Talip Küçükcan
Avrupalıların, Türkler hakkındaki fikirleri ve düşünceleri kuşkusuz farklılıklar içeriyor. Gerek kendi gözlemlerimize gerekse şimdiye kadar yapılan bilimsel araştırmalara dayanarak şunu söylemek mümkündür: Batı Avrupalıların Türkler hakkındaki tutum ve düşünceleri yüzeysel bilgilere, yetersiz deneyimlere ve bazen de önyargılara dayalı oluşuyor. Zamanla bu düşüncelerin kalıp yargılara ve değişmesi zor imajlara dönüşme olasılığı taşıdığını da belirtmekte yarar var. Özellikle olumsuz düşünceleri ve önyargıları besleyen deneyimlerin yaşanması veya olayların gözlemlenmesi Türkler hakkında oluşan imajların kurumsallaşmasına katkıda bulunuyor.
“Öteki” olmak
Geldiğiniz farklı köken, kullandığınız başka dil, taşıdığınız farklı inanç ve kültürel kimlik sizi sadece yabancı ve “öteki” yapmakla kalmaz bu farklılıklarınızdan dolayı gördüğünüz işlemler veya karşılaştığınız davranışlar aynı zaman da sizin de kendinizi “farklı” olarak görme eğiliminizi pekiştirir. Genel olarak Avrupa’ya bakıldığında azınlıklar hakkında olumlu düşüncelerin pek yaygın olmadığı, bunun tam tersine yabancı olarak tanımlanan topluluklara ilişkin olumsuz, mesnetsiz ve yüzeysel önyargıların ve kalıplaşmış düşüncelerin yaygın olduğunu görüyoruz. Yani bizim dışımızdakilerin yani “öteki” veya “diğerleri” dediğimiz insanların bize bakışı, yani kendi açılarından “öteki”lere bakışının çok ta olumlu olmadığını görürüz.
Avrupalı Türkler hakkındaki fikir ve imajların oluşmasında başlıca iki aktör var. Biri “biz”, diğeri ise “öteki”ler. Bir ülkede göçmen ve yabancı olmak otomatikman sizi “öteki” yapar. Sayısal olarak azınlıkta iseniz, siyasi gücünüz yoksa, çoğunluğun dilinden farklı bir dil, çoğunluğun inancından faklı bir inancınız, renginiz veya etnik kökeniniz varsa bu da sizi kolayca “öteki”, “diğeri” veya “yabancı” yapar.
Kendi rolümüz hakkında…
Farklı milli, dini, kültürel ve etnik kökenden gelen ve Avrupa ülkelerine yerleşen, bu ülkelerin vatandaşı olan insanların ve hatta onların bu ülkede doğan çocuklarının bile “ötekiler” olarak görüldüğünü söylemek abartı olmaz. Ancak Avrupa’nın çeşitli ülkelerine ve kentlerine dağılmış bu yerleşik “yabancıların” bir kısmının olumsuz önyargıları besleyen, bir anlamda yabancı düşmanlarına koz veren davranışlar içinde bulunduklarını da belirtmekte yarar. Arada sırada çuvaldızı kendimize de batırmalı ve hakkımızdaki yalan-dolan ve yanlış imajların oluşmasında katkımız olup olmadığını sormalıyız.
Türklerin imajları hakkında Avrupa’da günümüzde genelde şöyle bir manzara var: Diğer yabancı kökenliler gibi Türkler de uyumsuz, başarısız, içine kapanık, suç işlemeye eğilimli, devletin sosyal yardımlarından geçinen, girişimcilik ruhu zayıf, eğitime önem vermeyen, değişime kapalı ve ortak yaşam kurulması kolay olmayan bir gurup olarak görülüyor.
Avrupa’da ırkçılığın, ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının arttığı siyasi ve sosyal bir ortamda yabancı kökenlilere hoş gözle bakılmıyor. Avrupa’da yabancılar arasındaki işsizlik oranları ve yoksulluk düzeyi gibi değişkenlere bakıldığında, bundan da daha vahimi yabancıları hedef alan siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan dışlayıcı ve küçük düşürücü politikalara bir göz atıldığında dediğimiz ayrımcılık ve dışlama kendiliğinden görülecektir.
Önyargıların tarihsel kaynakları
Diğer yabancı kökenliler gibi Avrupa’daki Türkler de bazı önyargıların, kalıplaşmış düşüncelerin ve ayrımcı politikaların hem hedefi hem de kurbanı olabilecek bir çevrede yaşıyor. Türklerle ilgili önyargıları, kalıplaşmış fikirleri ve şablonlara dayalı düşünceleri besleyen iki şey var. Bunlardan birincisi Türkler ve Avrupalılar arasında yüzyıllar süren sürtüşmeler, çatışmalar, savaşlar ve kavgalardır. İkincisi ise bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin temsil sorunlarının ciddi boyutlara ulaşmış olmasıdır ve Türklerin genelde olumsuz ve onaylanması mümkün olmayan davranışlarla kamuoyu gündemine gelmesi.
Kuşkusuz, Viyana kapılarına kadar dayanan Türklerin uzun yıllardır ders kitaplarında barbarlar olarak okutulması, Avrupalıların Türklere bakışını derinden etkilemiştir. Türkler şiddet yanlısı, savaşçı, kavgacı, işgalci, talancı ve kendi dinlerini empoze etmeye çalışan bir millet olarak lanse edilmiştir. Böylesi bir kampanya Avrupalıların zihinlerinde derin ve olumsuz izler bırakmıştır. Bugün bile Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine karşı çıkanların bazıları, kafalarının arka planında, Türklerin farklı bir uygarlık dünyasına ait olduğunu, Avrupa ile uzlaşamayacağını düşünüyorsa, bu, tesadüfi değildir. Geçmişe ait izlenimleri değiştirmek, özellikle bunu yaşı ilerlemiş kuşakların zihninden silmek kolay değil. Çünkü bir anlamda burada kurumsallaşmış bir imaj söz konusu.
Türklerin imajı neden olumsuz?
Ancak yaşadığımız ortamı paylaştığımız Avrupalıların Türkler hakkında daha olumlu düşünceler edinmelerine ve Türklere bakışlarındaki önyargılarından kurtulmalarına katkıda bulunabiliriz. Ya da tam tersi bazı yanlış davranışlarla yanlış imajların kökleşmesine ve bir daha silinmeyecek kadar derinlik kazanmasına neden olabiliriz.
Türklerin imajını en çok zedeleyen şeylerden birisi, Türkiye kökenli olduğu söylenen bazı kendini bilmezlerin işledikleri suçlarla basında sık sık yer almalarıdır. Özellikle uyuşturucu kaçakçılığı, insan ticareti ve benzeri olaylara karışanlar arasında Türklerin de olması, yabancı düşmanlığı yanında, Türk düşmanlığını da körüklemektedir.
Eğitimde en başarısız öğrenciler arasında Türk çocuklarının da bulunması bir başka önyargı kaynağıdır. Sürekli başarısız olan ve doğru dürüst üniversitelere öğrenci gönderemeyen bir toplum hakkında olumlu yargıların oluşması bir hayli zor görünüyor.
Ayrıca Türklerin kamuoyunda daha iyi temsil edilmesini sağlayacak siyasal katılımın az olması, bazı başarılı iş adamlarımız olmasına karşın ekonomik alanda kurumsallaşmanın hala ciddi boyutlarda olmayışı, Türklerin sanatsal ve kültürel birikimlerini aktaracak, tanıtacak ve yayacak kurumların yetersizliği, yukarıda bahsettiğimiz olumsuz yargıların sürmesine katkıda bulunuyor.
Özeleştiri yapmanın zamanı geldi
Eğer bugün bir imaj sorunumuz varsa bunun nedenlerini iyi araştırmak ve ona göre kalıcı tedbirler almak zorundayız. Yoksa “bunlar bizi sevmiyor, istemiyor” edebiyatına devam eder dururuz. Bırakın başkalarını, iki Türk bir araya geldiğinde onlar başlıyor Türklerden şikayet etmeye. Uzun lafın kısası Avrupalı Türklerin imaj sorunu Türkler kendilerine çeki düzen vermedikleri sürece çözülemez. Önce kendimize bir çeki verelim. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
OKURLARIMA SON NOTUM:
Bu vesileyle bir hususu özellikle belirtmek isterim. Prof. Dr. Talip Küçükcan ile hayatım boyunca yalnızca bir kez karşılaştım. Daha sonra herhangi bir görüşmemiz, dostluğumuz veya yakın bir ilişkimiz olmadı. Ayrıca, kendisinin AK Partili kimliğine rağmen, benim siyasî eğilimimin Chp’ye daha yakın olduğu bilinir. Ancak ben her zaman olduğu gibi, gazetecilikle siyasî görüşü birbirine karıştırmayan bir anlayışla yazıyorum. Bu analiz, kişisel yakınlık ya da siyasî sempati ile değil, tamamen kamusal gözlem ve mesleki değerlendirme ile kaleme alınmıştır.



