
Süleyman KOCABAŞ
Bütün yurtta, 2025 yılı Cumhuriyet’in ilanı kutlamaları da her yıl olduğu gibi, üstelik de bu yıl artarak şovmenliklere ve bedensel gösterilere sahne olarak kutlandı. Ama, hiç kimse ve kuruluş çıkıp da, 1923’den 1946’ya neden hiç seçim yapılmadığını, 21 Temmuz 1946’da yapılan seçimlerin ise, “hileli seçimler” olup, CHP’nin saltanatını 4 yıl daha uzattığını, gerçek seçimlerin 15 Mayıs 1950’de yapılıp, bununla milletimizin iradesinin gerçekten tecellisi sonucu hükümet olup iktidara gelen Demokrat Parti Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes’in 1960’da neden asıldığı ve CHP’nin iktidara yeniden neden çağrıldığını sormadı, sorgulamadı.
Başbakan Menderes, 14 Mayıs 1950 Seçimlerini değerlendirirken, TBMM’de hükümet programını takdim konuşmasında şunlardan bahsetmişti: “Milletimizin kendi kendisini idare etmesi demek olan Cumhuriyet, bu seçimle yönetime yansımıştır.”
1923 -1946 zaman diliminde seçimler yapılmamış değildi. Ama, Komünist Rusya’daki tek partili rejim Komünist Partisi’nin seçimleri gibi olmuştu. Ankara’da milletvekili listelerini, Cumhurbaşkanı Atatürk- Başbakan İnönü ikilisi baş başa vererek birlikte hazırlamışlar, seçilmeleri için illere göndermişler, sandıklar kurulmuş, seçime ve oylamaya yalnızca tek parti CHP’ye üye olanlar katılmışılar, listeleri sandıkta onaylayıp Ankara’ya göndermişler, bütün bu olup bitenlere de “cumhur” yani “halk” ın, “ Kendi kendisini yönetmesi Cumhuriyet idaresi” demişlerdi.
1923 -1950 zaman diliminde bütün halkın katılımıyla yapılan tek seçim, seçime yeni kurulan Demokrat Parti ile birlikte kadim parti CHP katıldığı halde 21 Temmuz 1946’da yapılmıştır. Bu seçim de, CHP’nin dayatmasıyla “hakim teminatı” veya “adli gözetim” altında değil, Komünist Rusya’daki Komünist Partisi seçimlerinde olduğu gibi, “Acık Oy, Gizli Tasnif” seçim sistemiyle “hileli seçim” olarak yapıldığı için, sandıklarda “Seçimleri DP kazandı” denildiği halde, seçim sonuçları tutanaklarına yazılanlarla “CHP’nin kazandığı” ilan edilerek, bu partinin saltanatının bir dört yıl daha uzatılmasına sebep olunmuş, gerçek seçimler ancak “hakim teminatı” altında 14 Mayıs 1950’de yapılması sonucu 27 yıllık CHP iktidarı el değiştirerek iktidara DP gelebilmiş, bu seçimi müteakip CHP günümüz 2025’e kadar hiçbir seçimi tek başına kazanarak bir daha hükümet olamamış, iktidara gelememiştir.
CHP, 27 Mayıs Darbesinden sonra yapılan 15 Ekim 1961 seçimlerinde, “en büyük rakibi” olarak gördüğü Menderes’ten kurtulmakla seçimleri kazanmak hayaliyle yaşamış, fakat bu gerçek olmamıştır. Seçimlerden “koalisyon hükümetleri” tablosu ortaya çıkmıştır. İnönü’nün genel başkanı olduğu CHP dışındaki partiler arasında da koalisyon hükümetleri kurmak durumu varken, darbeyi yapan cunta üyelerinden ibaret Milli Birlik Komitesi ve bunun dışında Ordu’da “darbe meraklısı” olarak oluşan yeni gruplaşmalar, koalisyon hükümetini mutlaka İnönü’nün kurmasında ısrar ederlerken, cumhurbaşkanı olması için de Adalet Partisi Senatörü Ali Fuat Başgil’in aday olarak sesçimle durumu varken, cuntacı subaylardan Sıtkı Ulay tarafından makamına çağrılarak, silahla tehdit edilmesi sonucu Başgil adalıktan çekilmiştir. Darbeci cuntalar, “27 Mayıs Darbesinin lideri” denilen kendi adayları Cemal Gürsel’i bütün partilere ve Meclis’e baskı yaparak seçtirmişler, ardından Cumhurbaşkanı Gürsel, daha darbe yaptığı günü, “Senin buyruğun bize Peygamber buyruğudur Paşam” dediği İnönü’yü hükümeti kurmak için görevlendirmiş ve kurmuştur.
Bütün bu haller, “Akan kardeş kanını durdurmak (-ki bunlar darbeye zemin hazırlamak için CHP tarafından planlanmış ve yapılmıştı) ülkemizi diktatörlerden kurtarmak için yaptık” gerekçesiyle darbe yapanların kendileri “diktatör” olarak “Demokrasiyi katledenler” olmuşlardır. Anlaşılan, ezelden beri sürüp gelen “Ordu + CHP= Vesayet” tablosu 27 Darbesi, rejimi ve sonrasında kendisini yeniden göstermiş, “vesayet” le Demokrasi olamayacağından, bu haliyle de İsmet İnönü’nün, “1945’de Demokrasiye ben getirdim” söylemi de bir “masal” dan başka bir şey olmamıştır.
Bütün bu tespitlerimiz ve düşüncelerimizin sonuçlarından olarak da , “tarihin hatırlatılmasına” yönelik şunlardan bahsedebiliriz: 1876- 1950 zaman diliminde Meşrutiyet ve Cumhuriyet masalları ile hep uyutulduk. Buna ilave edilebilecek daha büyük boyutlarda bir “masal örneği” de, 1946 – 2025 zaman diliminde, bu sefer de “Demokrasi masalları” ile uyutulmamız olmuştur. Bunda, II. Dünya Harbinden sonra dünyanın süper gücü oluşunu İngiltere’den devralan ABD’nin etkisi ve baskısı altında, Milli Şef ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de refakatinde, Türkiye’nin 1945’de“Demokrasiye Geçiş” inde ABD’nin “icazeti ve muvazaası ” etkisini göstermiştir.
Bunun en büyük göstergesi ise, 27 Mayıs 1960 – 15 Temmuz 2016 zaman diliminde yaşadığımız 8 darbenin yapılmasıdır. Bunların her defasında, “Amerika’nın kontrolünden çıktı, milli iradenin tecellisine dümen kırdı” denilen seçimlerle hükümet olmuş bütün iktidarlar, “askeri darbeler” le alaşağı edilerek, Türkiye’de bütün “Amerikan aleyhtarı” olabilecek sapmalar yok edilerek, “Demokrat Türkiye” deki düzenler, bu darbelerle defalarca Amerikan emlerine hizmet için yeni adaptasyon veya dizaynlara maruz kalmışlardır. Hele bu uğurda “gözbebeğimiz” dediğimiz Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılması, yaklaşık 5000 yılık tarihimizin askeri açıdan “çok garip bir cilvesi” olarak kendisini göstermiş, bu sebeptendir ki, “Ordu malı” esprisiyle ifade edilen, Albay Ahmet Özsoy, bunu Akit Tv. deki bir söyleşisinde darbeleri yapan generalleri, “general” olarak değil de “keneraller” olarak nitelendirmesi “ilginç” olmuştur. Yani , “Amerika’nın adına milletimizin kanını emerek onu zayıf bırakanlar” anlamında…
Burada bir “anti bir parantez” açarak, bizde tarihimizde yaşanmış ve geçmiş “Meşrutiyet çığırtkanlıkları ve uygulamaları” nın da nasıl bir “masal” olduğu ve hatta bundan da öte bir “yıkım” getirdiği üzerinde de kısaca durmak istiyorum. Ben bunun hikayesini, hem canlı belgeleri ve hem de yazılı belgeleri tetkikle yaşadım.
Canlı yaşayışım şöyle olmuştu: 1990’lı yılların başında İstanbul Sultanahmet Camisi avlusundaki Kitap ve Kültür Fuarında kendi standımda kitaplarımı imzalıyordum. Eli bastonlu 90’lık olduğunu tahmin ettiğim bir yaşlı bana doğru yürümekte gülcük çekerek geliyordu. Gelip selam verdi ve dedi “Evlat kitaplarını okuyorum, gerçekleri dili getirdiğin için seni tebrik eder, teşekkürlerimi sunarım… Osmanlı’yı Meşrutiyet Meşrutiyet diye yıktılar; Türkiye’yi de Demokrasi Demokrasi diyerek yıkacaklar. Meşrutiyet’in bizi yıkışının bir örneğini çok acı olarak 1912 Balkan Harbi’nde canlı yaşadık. Ben o sıra 10 yaşında idim; Bulgar ve Yunan vahşetlerinden kurtulmak için Üsküp’ten ailemle beraber İstanbul’a kaçtık” dedi. Mesele anlaşılmıştı.
Bizde 1876 -1908 zaman diliminde İngiltere ve Fransa’dan ithal ve dayatmacılık, taklitçilikle gelen Meşrutiyet “masal” olmaktan da öte tam bir “yıkım” olmuştu. Balkanlı yaşlı amcanın etkisinde kalarak 1990’lı yılların ortalarında “Kendi İtiraflarıyla Jön Türkler Nerede Yanıldı? 1896 – 1918” ve “Tarihimizde Yanlışlıklar Geçidi” kitaplarımı yazdım. Bu kitapları yazarken de belgelere dayalı olarak Meşrutiyet isteriz çığırtkanlıklarının İmparatorlukta nelere mal olduğunu gördüm. Meşrutiyet’in getirdiği “massalar ve yıkım”ı yaşayan Jön Türkler, yıkım yılı 1918’den sonra hatıralarını yazmaya başlamışlar, “uğrunda ilanı için çıldırmış olduğumuz” dedikleri Meşrutiyet ve uygulamaları ile İmparatorluğun nasıl yıkıldığını Rıza Nur, Hüseyin Cahit, Ahmet İhsan, Ahmet Rıza, Mehmet Cemil, Mehmet Selahattin, Başmabeyn Lütfi Bey vb. daha niceleri yaşadıkları olaylarla anlatıyorlar, sonuçta şu ortak hükme varıyorlardı: “Biz hastaya (zaten bu sırada Osmanlı’ya Avrupa’da hasta adam lakabı takılmıştı) yanlış teşhis koyduk ve sağlığına kavuşturalım derken yanlış ilaçlar vererek onu öldürdük.” “Öldürdük” dedikleri “Cihan İmparatorluğu” Osmanlı idi. Anlayacağınız, dışarıdan, Avrupa’dan dayatmacılık ve taklitçilikle yaptıkları Meşrutiyet ithali, Kayseri’de yetiştirmek için İzmir’den incir ağacı, Mersin’den Muz ağcı ithaline benzemişti. Bu bize, Cumhuriyet ve Demokrasi ilanlarından daha büyük “masalar” a ve üstelik de “daha büyük yıkımlar” a sebep olmuştu.
“Gerçek demokrasimiz” e kavuşmak, “masalsız rejim anlayışlarımız” ın terki ve “kenesiz vücut yapılanmamız” a sahip olmamız dileklerimle vesselam.


