Anadolu elden gidiyor (Köşe yazısı)
TARİHE NOT DÜŞMEK
ANADOLU ELDEN GİDİYOR
Süleyman KOCABAŞ
Tarihçi Yazar
“Anadolu Elden Gidiyor” başlıklı yazımı, Anadolu için kuraklık ve çölleşme tehlikesinin iyice kendisini gösterdiği ve gündeme geldiği 1992 yılında, bunu ve çözüm yollarını dile getirmek için o yıllarda köşe yazarı olduğum Tercüman gazetesinin 30 Ekim 1992 tarihli sayısında yayınlamıştım. 2021 yılı itibariyle de kuraklık ve çölleşme tehlikesi 1990’lı yıllara göre 2- 3 kat artığı ve bir çözüm yolu bulunamadığı halde, bunun izahı ve çözüm yolu için 30 Ekim 1992’de yayınlanan yazım sanki bugün yazılmış gibidir. Günümüz için de okumanız ve faydalanmanız için aşağıda tam metin olarak aynen veriyorum.
“Yazım ilkin başlığı okunduğunda, akla hemen şu günlerde Türkiye’yi ciddi şekilde tehdit eden bölücülük gelecektir. Şüphesiz ki bu doğrudur. Fakat yazımızda bunu ele alacak değiliz. Toprak kayıpları açısında bir ülkenin içte ve dışta daima iki tehlike ile karşı karşıya bulunduğundan bahsedilir. Ülkenin topraklarını içte tehdit eden en büyük düşman erezyondur. Erezyon, vatanın topraklarının ağaçsız bırakılarak toprağın, su ve rüzgarlarla uzaklara ve denizlere taşınması demektir. Erezyonun sonucu, ülke çölleşerek elden çıkar.
Kıbrıs’ı korumak söz konusu olduğunda, yaklaşık 1963’den beri caddelerde ve basında “Kıbrıs bizim canımız, feda olsun kanımız” diye bağırıyoruz ama, o günden bugüne erezyonla anavatanımız Anadolu’dan 29 kere (1963 – 1992= 29) Kıbrıs kaybettik hiç haberimiz yok. Üzerinde tarım yapılabilmesi için yeterli olan 20 cm. kalınlığında ve Kıbrıs adası alanında bir toprak tabakası, her yıl denizlerimize akarak yok olmaktadır. Toprak ilmine göre, 1 cm. kalınlığında bir toprağın meydana gelebilmesi için 1000 yıllık bir zaman ihtiyaç duyulduğu göz önüne alınırsa , bu toprak kaybının ne derece büyük bir kayıp olduğu ortaya çıkar.
Tarih kaynaklarında Anadolu’nun bir zamanlar “yeşil denizi ormanlık alan” olduğundan bahsedilir. Maalesef bu ormanlar, yıllar içinde kesilerek veya yakılarak yok edilmiş, bunun sonucu özellikle İç Anadolu günümüzde çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Daha 100- 150 yıl öncesinde bile İç Anadolu’nun dağları dev ardıç ormanları ile kaplı idi. Bu bölgenin çocukları, babalarından ‘Oğlum, deden ahırımızın örtüsünde bulunan şu 10 metre uzunluğundaki kalın ardıç hezeni şu dağdan keserek kağnı ile getirdiğini söyler” sözlerini çok işitmişlerdir. İtiraf edelim ki, millet olarak ağacı sevmiyoruz. Her milletin iyi karakterleri olduğu gibi kötü karakterleri de vardır. Genelde, “ağacı sevmemek”, yanında, ikinci olarak “cehalet, gurur ve inat” Türk milletinin iki olumsuz karakteridir. Bazı okuyucularımız, milliyetçilik duygularının kabarması sonucu bu tespitlerimize kızıp, köpüreceklerdir ama, ‘Dost acı söyler, ama gerçeği söyler” derler. Her şeyi açıkça tartışarak, bizi daha iyi yarınlara götürecek olan güvenilir yolumuzu çizmek zorundayız.
Ağacı sevmememiz, tarihte ilkin “göçebe bir millet” oluşumuzdan kaynaklansa gerektir. Göçebe milletler, genelde ağaç dikmezler. Konar – göçer olduklarından mevcut ağaçları harcayıp giderler. Bunlar, yerleşik düzene geçseler bile “sosyal genetik” in neticesi bu huylarını az –çok devam ettirirler. Herhalde, tarihin bir zamanlar ‘yeşil deniz” olarak kaydettiği Orta Asya da bu şekilde çölleşmiş, bunun sonucu Türkler burayı terkle dünyanın dört bir tarafına göç etmişlerdir. Göç edilen alanlardan birisi de Anadolu olmuştur. Aynı ağaç tahribi sonucu bugün burası da çölleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Anadolu çölleşirse buradan nereye gideceğiz? Gideceğimiz bir yer yoktur. Ya bu topraklarda öleceğiz ya da Anadolu’yu tekrar “yeşil deniz” haline getirerek burada yaşamaya devam edeceğiz.
Hele son yıllarda, dünyamızı güneş ışınlarının zararlı etiklerinden koruyan ozon tabakasının delinmesi, atmosferde karbondioksit oranının artması (Avrupa’da her yıl atmosfere 35 bin ton atık atılmakta ve bu yere inmeyerek sürekli semada asılı kalmakta ve her geçen yıl artmaktadır) ve çevreyi hızla tahrip etmemiz ve kirletmemiz, İç Anadolu’yu çölleşme tehlikesiyle daha da burun buruna getirmiştir. Bunun belirtileri olarak adı geçen bölgenin göbeğinde yer alan Kayseri cıvarındaki kaynak sularının yarısı kurumuş, iki metre kazılma ile yer altı suyuna ulaşılırken şimdi bu 40 metre derinliğe inmiştir. En önemlisi, Erciyes dağının tarihinde ilk ez olarak bu yıl (1992) kışa karsız girilmesi olmuştur. Bu dağın tarihi buzulu adı geçen yılın yazında çatlayarak daha aşağılara kayması sonucu eriyerek yok olmuş, yaz ortasında Kayseri’yi yağışsız sel basmıştır. Bütün bu olup bitenler bize İç Anadolu’nun ömrünün 15 – 20 yıl kaldığını göstermektedir.
Türkiye, bu müddeti iyi değerlendiremezse Anadolu 50 yıl sonra iyice çölleşerek yaşaramaz hale gelecektir. Onu kurtarmak uğrunda acilen, Aydın –Balıkesir, Balıkesir –Ağrı, Ağrı-Van Van –Aydın İç Anadolu dikdörtgeni içerisinde, Güneydoğu Anadolu da buna dahil edilerek bir “Yeşil Anadolu Projesi” yapılıp hemen yürürlüğe konulmalıdır. Yapılacak iş basittir. İzmir- Van hattında yer alan Aydın, Uşak, Afyonkarahisar, Konya, Aksaray, Niğde, Kayseri, Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş ovalarında çiftçilerden 4-6 yıl gibi bir süre ile kiralanan topraklar üzerindeki alanlara binlerce hektarla ifade edilen “ dev orman fidanlıkları” kurulmalı ve yine geçici bir süre için “Cebri Ağaçlandırma Kanunu” çıkarılarak, dağdaki çobanından cumhurbaşkanına kadar her ferde, yılda belli sayıda ağaç dikme zorunluluğu getirilmelidir. Yılın bir gününde, şov, gösteri olsun kabilinden şehir mızıkasının eşliğinde, kokteylli, kravatlı, ütülü pantolonlu olarak küçük bir parka veya el kadar yamaca birkaç çam dikmekle ağaçlandırma olmaz. Köyler ve şehirlerdeki bütün çoluk, çocuk, erkek, kadın iş elbiseleriyle dağlara taşlara dökülmeli, buralara, milyarlar, hata trilyon sayıları ile ifade edilen ağaçlar dikmelidir. Kısaca. “ağaçlandırma seferberliği” ilan edilmeli, resmi ve özel her şahıs ve kuruluş buna katılmalıdır. Bugün itibariyle bu zorluklara ve fedakarlıklara katlanamazsak, yarın için ölümü terk edilmiş nesiller bırakırız ki, bu nesiller bize “fatiha” değil “lanet” okuyacaklarından bunun altından kimse kalkamaz.
Türkiye’yi ağaçlandırıp, çölleşmekten kurtarmada birinci derecede görevli kuruluş olan Orman Bakanlığı maalesef görevini layıkıyla yapamamaktadır. Şu arda, bu bakanlığın Anadolu’yu kurtarmak uğrunda yapacağı görevler, Milli Savunma Bakanlığının yapacağı görevlerden daha önemli hale gelmiştir. Durum bu derece hayati ve ciddidir.
Yukarıdaki düşünce ve önerilerimden sonra bütün korkum şudur: Yine Türk milletinin kötü karakterlerinden üçüncüsü olarak her ciddi ve hayati konuyu bildiği halde atalet, tembellik, kal’e almamak, dudak büküp geçmek geleneğine bağlı olarak yukardaki fikir ve projelerimizin gazetemizin bu sayfasında ölü kalmasıdır. Sizden ricam, bu yazımı okuduktan sonra, kanunlarımızın verdikleri hakları kullanarak, başta Başbakanımız olmak üzere, Orman, Tarım ve Köy İşleri Bakanlıklarımıza “Yeşil Anadolu Projesi” nin yürürlüğe konulması için telgraflar çekmek, mektuplar yazmak olacaktır. En azından bu yazımın fotokopisi çekilerek, bir ön yazı ile “ben de yazımın ekindeki fikir ve projelere katılıyor, bunların tatbik edilmesini istiyorum” denilebilir.
Unutmayalım ki, hayat ve var olmak yeşil yaprağın altındadır” (Tercüman , 30 Eylül 1992).
Bu yazım yayınlanınca, kamuoyunda büyük ilgi görmüş, birçok kişi beni arayarak tebrik etmişti. Resmiyette de yankılanan bu yazım sebebiyle, ellerinde hediyelik çikolata kutularıyla beni ziyarete gelen “Başbakanlık Memurları”, bu yazımdan çok memnun kaldıklarını söyleyerek bana teşekkür etmişler, ülkemizin geleceğini ilgilendiren bu ve benzeri yazıları daha çok yazmamı istemişlerdi. Ağaçlandırmada sivil bir toplum kuruluşu olan TEMA’nın (Türkiye Erezyonla Mücadele Vakfı) kuruluşu da bu yazımı yazdığım günlere denk gelmişti.
1992’de bu yazıyı yazışımın ardından 29 yıl (2021 – 1992= 29) geçmiş. Eğer ortaya koyduğum bu projem yazımın yayınlandığı yılda kabul görüp 2000 yılı başlarına kadar bütün Türkiye’nin dağı, taşı ağaçlandırılsa idi, ortalama 20 – 22 yıllık bir süre orman kurmaya, yetiştirmeye yeteceğinden Anadolu’muz bütünüyle yeniden “yeşil deniz” haline geleceğinden ve bu da yağmuru ülkemizin üzerine çekeceğinden günümüzde 1992 yılına nazaran 2-3 kat artan kuraklık ve çölleşme büyük tehlikesi ile karşı karşıya gelmeyecektik.
Hiç olmazsa bugün için, yazımı okuduğunuz bugünden itibaren yukarıdaki “ağaçlandırma seferberliği” proje teklifimi yediden yetmişe herkes yeni bir başlangıç kabul ederek bir 29 yıl sonra, 2050 yılında artık hayatı tam anlamıyla yaşanılmaz hale getirecek olan devasa boyutlardaki kuraklık ve çölleşmekten kendimizi kurtaralım…
Buradan yeniden sesleniyorum: Daha elimizdeki fırsatlar henüz tükenmemişken, varken, yarınlar için de “ çok geç kalındı ve eyvah!…” demeden hemen harekete geçilmelidir. 8. 1. 2021