Sağlık, Magazin-yaşam haberleri…
Yürütücü Fonksiyonlar ve Okul Öncesi Dönem
Münire Aydilek Çiftçi
Kapadokya Üniversitesi Sağlık Bilimleri Yüksekokulu Çocuk Gelişimi Dr. Öğr. Üyesi
İnsanın davranışları büyük ölçüde amaçları doğrultusunda harekete geçmektedir. Günlük aktiviteler ise, ulaşılmak istenen kısa ve uzun vadeli amaçların bir işlevi olarak düzenlenirken, bu hedeflere ulaşılması ya da ulaşılmaması gelecekteki davranışları etkilemektedir. Bu noktada amaçlar, “bir görevi gerçekleştirmek için niyetleri, zihinsel veya fiziksel eylemleri” belirlemektedir (Chevalier, Wiebe, Huber, Espy, 2011). Yürütücü fonksiyonlar ise; amaçlı ve hedefe odaklı aktiviteler için gerekli olan bütün bu becerileri kapsamaktadır. Lezak, yürütücü işlevlerin “bir insanın özgür, maksatlı ve kendine hizmet eden davranışlara başarılı bir şekilde sahip olmasını sağlayan yetenekler” olduğunu belirterek istem, planlama, maksatlı davranış ve etkili performans olarak dört alanda kavramlaştırılabileceğini öne sürmektedir. Bunların her birinin de gerçekleştirilmek istenen faaliyetlerle alakalı belirgin bir davranış dizisini kapsadığını söylemiştir. Lezak, davranış biçimlerini tüm yönleriyle araştırmış her türlü hareket biçimlerini belirli bir etki alanı olarak görmüş, yetenekleri ve yürütme becerilerini ayırmıştır. Sonuç olarak bu işlevlerin bütünlüğünün sosyal hayatın yürütülmesi için gerekli olduğunu öne sürmüştür. Stuss (1992) için yürütücü işlevler, hedeflere ulaşmak için bireyin aktif olarak kullandığı planlama, organizasyon, çalışan belleği kullanma ve dürtüleri kontrol etme becerilerinin tamamıdır. Bazı araştırmacılar ise “uygulama fonksiyonları” terimi altında geribildirim, odaklı ve devamlı dikkat, stratejilerin uygulanması, izlenmesi ve geribildirimi gibi becerileri de dâhil etmektedir. Bu tür tanımlar kapsamında yürütücü fonksiyonların alt becerileri; aktif /çalışan bellek, duygu kontrolü, dikkati sürdürme, planlama, organizasyon, zamanı kullanma, bilişsel esneklik, hedefe yönelme, tepkiyi dizginleme/ketleme, göreve/ödeve başlama olarak tanımlanabilir (Anderson, 1998; Stuss ve Anderson, 2004).
Yürütücü fonksiyonların üç ana özelliği olarak, prefrontal korteks ile olan ilişkileri, geç dönemlerde gelişmelerinin tamamlanmasına olan yatkınlıkları, zihinsel planlamaya katkıda bulunmaları söylenebilir. Prefrontal korteks en geç gelişen kortikal yapılardan biridir. Beynin bu bölgeleri çocuklukta olgunlaşmamıştır. Bunun, çocuğun gelişmesinden erken ergenlik sürecine kadar süren, uzun süreli bir süreç olduğu düşünülür. Tam olgunlaşma ergenlikte üst seviyeye ulaşmakta genç yetişkinliğe kadar sürmektedir. Beyin sisteminin geç gelişmesi, dolayısı ile yürütücü fonksiyonların genç yetişkinliğe kadar tam olarak ifade bulamayacağı düşünülebilir. İlk zamanlar araştırmacılar yürütücü fonksiyonların beyinsel olgunluğa dek işlevsel olmadığını öne sürerlerken, günümüzdeki araştırmalar bu gibi becerilerin erken çocuklukta oluşabileceğine dair kanıtlar sunmaktadır (Anderson, 2010; Anderson, 1998)
Okul öncesi dönem çocuğu, kendine ait işleri başarma konusunda yeterliliklerinin ve becerilerinin gelişimiyle birlikte ilerleme göstermektedir. En önemli özelliği benmerkezci düşünce yapısına sahip olmasıdır. Bu yüzden her şeyin kendine yönelik, kendisi için tatmin edici olmasını beklemekte; önce kendi ihtiyaçlarının ve beklentilerinin karşılanması onun için önemlidir. Çocuğun düşünceleri daha çok ihtiyaçlarına, dürtülerine yani haz ilkesine bağlı olduğu için istediğine, istediği yerde ve o anda sahip olmak ister, ertelenmesine katlanamaz, engellenmeye dayanma gücü yetersizdir. Şüphesiz bütün bu gelişimsel özellikleri birçok şeyi etkilediği gibi zihinsel süreçlerini de etkilemektedir. Aynı şey çocukların hayat içinde kurdukları bağlantılar, kullandıkları stratejiler ve kod aktarma (geçiş yapma/bilişsel esneklik) gibi bilişsel süreçler içinde geçerlidir. En basit görünen davranış için bile birden fazla becerinin bir arada çalışması gerekmektedir. Aksi takdirde akademik ve sosyal hayatta aksaklıklar ortaya çıkmaktadır. Yürütücü fonksiyonlar sadece okul hayatında değil bireyin tüm hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu becerileri kapsamaktadır. Yapılan çalışmalarda daha çok yürütücü fonksiyonların daha çok bilişsel yönleri üzerinde durulmasına karşın, fonksiyonlarda bozukluk olan olaylar incelendiğinde bu hastaların sosyal davranışlarında ve kişiliklerinde de değişimler olduğu görülmüştür (Hayes, Gifford & Ruckstuhl, 1996). Bu nedenle de bu alana ait zorluklara erken yaşta müdahale edebilmek önemlidir. Montessori eğitiminin çocukların yürütücü fonksiyonlarını olumlu yönde etkilediği söylenebilir. Diamond ve Lee (2011) yaptıkları meta analiz derlemede, bilgisayarlı eğitim, aerobik egzersiz, dövüş sanatları ve dikkat uygulamaları ve Montessori eğitimini de içeren sınıf müfredatı gibi çocukların yürütücü fonksiyonlarını (işlevlerini) iyileştirdiği gösterilen çeşitli etkinliklerden ve müfredatlardan elde edilen araştırma sonuçlarını karşılaştırmışlardır. Bu çalışmada Montessori eğitimi alan çocukların, diğer okullardaki akranlarından daha iyi yürütücü fonksiyonları olduğu, matematik ve okumada daha iyi performans sergiledikleri, adaletli olma ve adalet için daha fazla endişe duydukları, okulda daha fazla topluluk hissi duydukları ve yazmada daha fazla yaratıcılık gösterdikleri fark edilmiştir.
Okul öncesi dönemde uygun olmayan alışkanlıkların ve tepkilerin yerleşmesine engel olup ihtiyaç duyulan becerilerin gelişmesi için gerekli olan desteği sağlamak mümkündür. Bu evredeki olumlu ebeveyn yaklaşımları, çocukların hatalardan korkması yerine, onlardan öğrenmesine ve sorumlu davranış geliştirmesine yardım etmektedir. Bu noktada çocuklar ihtiyaç halinde karar vermek için etkin bir strateji izleyerek önceki sunulan görevin ipuçları arasında bağlantı kurarak herhangi bir algısal değişiklik yakalamaktan vazgeçmekte ve yeni görevin işaretini beklemektedir. Sorun, yürütücü fonksiyonları geliştirmek için geçiş ipuçlarının yeterli olup olmayacağıdır (Anderson, 1998). Peki, ebeveynler olarak çocuklarınızın yürütücü fonksiyonlarını geliştirmek için neler yapabilirsiniz: Günlük bir plan ve rutin oluşturabilirsiniz, istenilen davranışı geliştirmek için motive edici ödüller kullanabilirsiniz, satranç gibi oyunlar oynamasını destekleyebilirsiniz, birlikte hafıza geliştirici oyunlar veya kurallı oyunlar oynayabilirsiniz, yaratıcı drama gibi etkinliklere yönlendirebilirsiniz, yönergeleri takip edebileceği spor faaliyetlerine yönlendirebilirsiniz, evde onlara yapabilecekleri sorumluklar verebilirsiniz.
Değişen Babalık Rolleri Üzerine
Gizem Karabudak
Kapadokya Üniversitesi Sosyal Hizmetler Programı Öğretim Görevlisi
Aile, bir çocuğun sağlıklı şekilde büyümesi ve gelişmesindeki en önemli faktörlerdendir. Çocuğun içinde bulunduğu yaşam ortamı ve o ortamda aldığı uyaranlar çocuğun gelecekte nasıl bir birey olacağını belirleyecektir. Anne ve baba ile olan bu etkileşimler çocukların sadece zihinsel değil, aynı zamanda fiziksel, sosyal, duygusal gelişimini de etkilemektedir.
Dünya genelinde yaygın olan yaklaşım, çocuğun bakımı ve gelişiminden annenin sorumlu olduğu yönündedir. Benzer şekilde Türkiye’de de çocuğun bakımından eğitimine kadar birçok noktanın sorumluluğu annelere yüklenmektedir. Bu noktada babaların gelişimdeki kritik rolü ihmal edilmektedir. Ve ne yazık ki babalar, çocuk gelişiminde katkıları unutulan ve/veya ihmal edilen bireyler olarak karşımıza çıkmaktadır. Benzer şekilde çocuk gelişiminde ailenin rolüne ilişkin yapılan araştırmalarda da gelişimin odak noktasında annenin yer aldığı ve babanın gelişimdeki kritik rolünün çok az vurgulandığı görülmektedir. Günümüzde bu bakış açısının değişmeye başladığı görülmektedir. Çocuğun gelişiminde babanın da anne kadar önemli olduğunu kabul eden çalışmalar hızla artmaya başlamıştır.
Günlük yaşamımızda artık anne ve babalık rollerinin değişime uğradığını görüyoruz. Çocuklara ebeveynlik yapmak geçmişte olduğu gibi sadece kadınların alanı olmaktan çıkmıştır. Kadınların çalışma yaşamında yer alma oranlarının artışı, boşanma oranlarındaki artış, babaların gelişimdeki rolünün önemini vurgulayan araştırmaların hızla artışı vb. gibi faktörlerle birlikte babanın rolü de değişime uğramaktadır.
Bu değişimle birlikte baba; sadece evin geçimini sağlayan kişi değil aynı zamanda anne ve çocuklarına duygusal yönden destek veren, çocuklarıyla ilgili konularda eşine yardım eden, sorumluluklarını paylaşan ve çocuklarıyla nitelikli zamanlar paylaşan kişidir. Çocuklarla oyun oynama, onlara bir şeyler öğretme, duygularını ve düşüncelerini paylaşma, sorun çözmelerinde yardımcı olma, ahlak gelişimini destekleme, ödevlerinde yardımcı olma vb. gibi birçok yolla çocuğun tüm gelişim alanlarında doğrudan rol oynayabilmektedir.
Peki, çocuklarının gelişimi üzerinde olumlu ve kalıcı bir etki bırakmak isteyen bir baba neler yapmalıdır?
Burada iki önemli faktörün varlığından söz etmek gerekiyor: Etkileşim ve sorumluluk.
Etkileşim kavramı; bir babanın çocuğuna kitap okuması, oyun oynaması, parka gitmesi vb. gibi iletişimleri içermektedir. Sorumluluk kavramı ise; çocuğun hastalandığında doktora götürülmesi gibi çocuk bakımına yönelik sorumlulukları üstlenmeyi temsil etmektedir.
Yapılan araştırmalar babası ilgili olan çocukların akademik başarılarının, babası ilgisiz çocuklara göre çok daha yüksek olduğunu göstermektedir. Yine babanın çocuğun gereksinimleriyle ilgilendiği, aktif etkileşim içinde olduğu koşullarda çocuğun bilişsel ve dil gelişiminin daha iyi olduğunu gösteren araştırmalarda literatürde mevcuttur.
Her ne kadar geçmişle kıyaslandığında günümüzde babaların, çocuklarıyla daha çok ilgilendikleri görülse de hala annelerden daha az zaman geçirmektedirler. Bu noktada yapılması gereken babaların çocuklarının gelişiminde ne kadar kritik bir öneme sahip olduklarını fark etmelerini sağlamaktır.
Bitirirken, babasını kaybetmişlerin, babasını hiç tanımayanların, evladını kaybetmiş babaların, baba olma hayali kuranların babalar günü kutlu olsun…
Bir-altı yaş aralığındaki çocukları kapsayan ‘’okul öncesi dönemde’’ kazanılacak yeterli ve dengeli beslenme davranışı, yetişkinlikte de devam edecek birçok davranışın temelini oluşturur. Bu dönemde çocuğun yeterli ve dengeli beslenmesi kadar, bu durumu alışkanlık hâline getirmesi de çok önemlidir. Çocukluk döneminde ‘’bilinçli beslenme’’nin öneminin kavranması, yetişkinlikte karşılaşılabilecek birçok sağlık sorunlarının önlenmesinde etkindir.
Bu dönemde çocukların yeme davranışını etkileyen birçok faktör vardır. Bu faktörlerden ilki: Ailenin beslenme alışkanlıklarıdır. Öğün tüketimi düzenli olmayan ve/veya besin öğesi içermeyen besinlerin tüketildiği (abur-cubur, şekerlemeler) bir evde çocukların sağlıklı beslenme alışkanlığı kazanmasını beklemek mantık dışıdır. Çünkü bu yaştaki çocuklar alışkanlıklarının büyük çoğunluğunu ‘’rol modelleri’’ olan ebeveynlerini gözlemleyerek kazanır. Bu kapsamda, çocuğuna yeterli ve dengeli beslenme alışkanlığı kazandırmak isteyen bir ailenin yapacağı ilk ve en önemli adım, kendi beslenme alışkanlıklarını gözden geçirmek ve gerektiğinde uzmanlar yardımıyla düzeltmek olmalıdır.
Televizyon ve medya da çocukların yeme davranışını etkilemede büyük bir paya sahiptir. Televizyondaki reklamların yarısından fazlası çocukları hedef almaktadır ve bu reklamlarda besin öğesi içermeyen birçok gıdanın renkli paketlerde sunulması, çizgi film karakterleri ile süslenmesi gibi etkenler sonucunda çocukların dikkatini çekmektedir. Bir diğer açıdan ise, televizyon ve bilgisayar gibi ortamların başında geçirilen sürenin uzaması çocukların fiziksel aktivitelerinin azalmasına neden olmakta ve metabolik hızlarında yavaşlamaya yol açmaktadır. Amerikan Pediatri Akademisi; 2 yaşın altındaki çocuklara televizyon izlemeyi önermezken, 2 yaşın üstündeki çocukların da 2 saatten fazla televizyon veya herhangi bir elektronik aletin karşısında vakit geçirmemelerini önermektedir. Aileler bu konuda çok dikkatli olmalıdır.
Çocuğun okul hayatına girmesi ile birlikte, arkadaşları ve öğretmenleri de çocuğun yeme davranışının şekillenmesinde rol almaya başlar. Çocuklar evde tüketmedikleri bir besini arkadaşlarının tükettiğini görerek o besine karşı önyargısını yenebilir. Bu durum olumsuz yönde de gerçekleşebilir. Besin seçimi yapmayan çocuklar arkadaşlarının tüketmedikleri besinleri gözleyerek bu durumun etkisiyle besin seçmeye başlayabilir. Bu durumun önlenebilmesi adına veliler ve öğretmenler dikkatli olmalı, veliler evde, öğretmenler ise okulda çocukları dikkatlice gözlemlemelidir. Çocukların besin tüketiminde ayrım yaptıklarının farkına vardıklarında, çocuklara bu besini ‘’neden tüketmediği’’ sorulabilir. Tüketmediği besine karşı önyargılarını kırmak için, çocuğa anlayabileceği şekilde besinin faydalarından bahsedebilir veya besin başlangıçta küçük miktarlarda yavaş yavaş verilip zamanla porsiyonu arttırılarak çocuğun besinin tadına alışması sağlanabilir.
Bu aşamada, öğretmenlerin rolü de atlanmamalıdır. Öğretmenlerin yemek saatlerinde çocuklar ile birlikte olması çok önemlidir. Öğün saatlerinde öğretmenlerinin farklı besinler tükettiklerini gören çocuklar bu durumun nedenini sorgulayıp, kendilerine sunulan yemeklere karşı önyargı geliştirebilir. (Örneğin, kahvaltı esnasında süt içen çocuk öğretmeninin çay içtiğini görerek çaya yönelebilir ve sütü tüketmek istemeyebilir.) Dolayısıyla, bu dönemde aile ile birlikte rol model olan öğretmenlerin de bu hususa dikkat etmesi önemlidir.
Yemek yenilen ortam ve öğün saati de çocukların yeme davranışının gelişmesinde etkili faktörlerdir. Bilgisayar – televizyon başında yemek yeme, yatak odasında – oturma odasında yemek yeme gibi yemek yenilen ortamların düzen olmaması ve çocuğun bu dönemde sürekli farklı ortamlarda yemek yemesi yetişkinliğine de yansıyacaktır ve yetişkinlik döneminde bu alışkanlığın değiştirilmesi çocukluk dönemine kıyasla çok daha zordur. Öğün saatlerinin ayarlanması, her öğünün zamanında tüketilmesi alışkanlığı da yetişkinlik dönemine yansıyan unsurlardandır. Çocukluğunda geç saatlerde veya yatmaya yakın yemek yiyen çocuklar bu duruma alışır ve yetişkinliğinde de bu davranışını sürdürür. Özellikle gece besin tüketmek, uyku arasında besin tüketmek gibi durumlar başta obezite olmak üzere birçok sağlık sorununa yol açar. Aileler çocukları ile birlikte, yemek odasında veya mutfakta (belirli bir yerde) ve öğün saatinde yemeklerini tüketmelidir.
Ailenin tutumu da bu konu başlığında incelenmesi gereken önemli bir etkendir. Otoriter aile tutumunda, ailelerin çocukların besin seçiminde çok fazla kısıtlama yapması ve çocuğa yasaklar getirmesi çocuğun ilk serbest kaldığı anda (örneğin; okula başlaması ile birlikte kantinde) kendine yasaklanan besinlere yönelmesine neden olur. Bu kapsamda, çocuğa hamburger yemeyeceksin, dondurma yemeyeceksin gibi katı kurallar koymak yerine; evde hazırlanan köfte ve ekmek ile hamburger yapmak, patates kızartması yerine fırında patates yapmak, şeker içeriği yüksek gazlı içecekleri tüketmesi yerine ayran, süt, kefir gibi besinlere yönlendirmek çocukta ‘’besinleri nasıl sağlıklı hâle getirebilirim’’ algısının gelişmesine katkıda bulunur. Aynı şekilde; hazır dondurmalardan ziyâde sağlıklı, katkı maddesi içermeyen, güvenilir satış noktalarından dondurma almak; dondurmayı ceviz, fındık, fıstık gibi sert kabuklu meyvelerle zenginleştirmek de bu algının gelişimine katkıda bulunan diğer bir durumdur. Unutmayınız ki; yasaklar her zaman ilgi çekidir.
Çocuğa her istediği besini ayırt etmeden vermek ve ‘’bir kere çocuk olacak herşeyi yesin’’ mantığı ile çocuğu şımartmak, çocuğun karakterine ve hayatına ciddi şekilde zarar vermektedir. Bu durumun sonucunda, ‘’istediği besinlere istediği an’’ ulaşamayan çocuk hırçınlaşır. Aileler bu konuda da çok dikkatli olmalıdır. ‘’Şu anda bu besini tüketmemelisin çünkü yemeğini yeni yedin’’ ‘’ Bu besin senin için zararlı çünkü boyunun uzamasına engel olur’’ gibi ‘’neden’’ içeren cümlelerle çocuğa durumu sakin bir şekilde açıklamak bu durumun önüne geçilmesinde faydalı olacaktır.
Çocuğa ödül şartı konularak, ‘’ödevini yaparsan tatlı veririm’’, ‘’televizyon izlemezsen şeker veririm’’ gibi cümleler kurmak çocuğun bu besinleri ‘’ödül’’ dolayısıyla ‘’çok güzel, değerli, zor erişebilen’’ besinler olarak algılamasına neden olur. Çocuğun bu alışkanlığı kazanması yetişkinlikte de kendini sağlıksız besinlerle ödüllendirmesi ile sonuçlanır (‘’Çalışmamı bitireyim hamburger – çikolata – jelibon vs. yiyeyim’’ gibi ). Bu sebeple, sağlıksız besinler hiçbir zaman ödül ve zor ulaşılabilen, değerli gıdalar olarak çocuğa sunulmamalıdır.
Özetle, yetişkinlik dönemindeki alışkanlıklara zemin hazırlaması nedeniyle okul öncesi dönemde yeterli – dengeli beslenme alışkanlığının kazanılması ve velilerin – öğretmenlerin bu dönemde yeme davranışını etkileyen unsurlar açısından uzmanlar tarafından bilgilendirilmesi gelecek nesillerin sağlığı açısından çok önemlidir. ‘’Bilinçli beslenme’’ davranışının çocuklukta kazanılmaması, gelecekte yaşanabilecek birçok sağlık sorununa zemin hazırlamaktadır. Unutmayalım ki, sağlıklı toplumların temeli sağlıklı nesillerdir. Büyümeye ve gelişmeye en açık toplumlar da ‘’Sağlıklı’’ olanlardır.
Eklem ve iç organ iltihabıyla seyreden romatizmal hastalıklar, sadece yetişkinleri değil çocukları da etkiliyor. Çocukluk döneminde başlayan romatolojik hastalıkların erken dönemde ve yeterince iyi tedavi edilmezse ömür boyu sürecek eklem bozukluğuna ve şekil değişikliğine yol açabileceğini belirten Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Ümraniye Eğitim Araştırma Hastanesi, Pediyatrik Romatoloji Öğretim Üyesi ve Çocuk Romatoloji Derneği Üyesi Doç. Dr. Betül Sözeri hastalık hakkında önemli bilgiler verdi.
Çocukluk romatizmasının (jüvenil idiopatik artrit), çocukların eklemlerinde sertlik, tutukluk, ağrı ve şişliğe neden olan kronik bir hastalık olduğunu belirten Doç. Dr. Betül Sözeri şunları söyledi: “Çocukluk romatizması (jüvenil idiopatik artrit) her çocukta farklı yakınmalara yol açar. Her çocukta yakınmalar hafiften ağıra doğru değişkenlik gösterir ve farklı sayıda eklem tutulumu olur. Çocukluk döneminde başlayan romatolojik hastalıklar erken dönemde ve yeterince iyi tedavi edilmezse ömür boyu sürecek eklem bozukluğuna ve şekil değişikliğine yol açabilir. Erken ve iyi tedavi edilen hastaların bile yaklaşık olarak üçte birinde erişkin dönemde de hastalık belirtilerini gösterebilmektedir.”
Çocukluk çağı romatizması kontrol altına alınmazsa büyümeyi durdurabilir
Çocukluk çağı romatizmal hastalıklarının teşhis, tedavi ve izleminin çocuk romatoloji uzmanlarınca yapılması gerektiğini vurgulayan Doç. Dr. Betül Sözeri, hastalığın kontrol altına alınmaması halinde neden olabileceği olumsuz etkileri şöyle özetledi: “Kontrol altına alınmamış hastalık, çocuğun büyümesini olumsuz etkileyebilir ve aktif donemde ve tedavi edilmez ise büyümeyi durdurabilir. Ayrıca:
• Ateş, vücutta kızarıklık ve döküntü, tükürük bezlerinde ve lenf bezlerinde şişlik yapabilir.
• Göz iltihabına neden olabilir.
• Kalp ve akciğer zarında iltihaplanmaya neden olur.
• Bazı çocuklarda kalıcı eklem değişiklikleri ve fonksiyon kaybına neden olur.
• Kemik erimesi ve anemiye neden olabilir.
• Romatizmalı eklemlere yakın olan kemiklerdeki büyüme hızını etkileyerek bacaklarda uzunluk farklılığına sebep olur.”
Tedavide, farklı uzmanlık dallarındaki doktorların görüşleri alınmalı
Doç. Dr. Betül Sözeri, çocukluk romatizmasının (jüvenil idiopatik artrit) tedavisi konusunda şu bilgileri verdi: “Hastalığın kontrol altına alınması için, ilaç tedavisi ve egzersiz önerilir. Tedavi planlanırken ilgili uzmanlık dallarındaki hekimlerin (çocuk romatoloğu, ortopedist, fizik tedavi uzmanı ve göz doktoru) görüşünün alınması gerekir. Hekim verdiği tedaviyle, eklemlerdeki ağrının, şişliğin ve diğer organ sistemlerindeki bulguların azaltılmasını, hareket kısıtlılığı ve sakatlıkları engellemeyi hedefler.”
Metastatik meme kanserli kadınların psikososyal destek ihtiyacından yola çıkan Türk Tıbbi Onkoloji Derneği, Europadonna Hasta Derneği ve Pfizer Onkoloji’nin koşulsuz desteği ile hayata geçirilen ve uzman psikologların yer aldığı Metastatik Meme Kanseri (mMK) Farkındalık ve Hasta Psikolojik Destek Projesi, meme kanserinin en ileri evresinde, ağır bir duygusal yük altında yaşayan metastatik meme kanserli kadınların bu yükünü paylaşarak hafifletmek, içinde bulundukları depresyon ve olumsuz duygularla mücadelede ihtiyaç duydukları psikolojik ve sosyal desteği sağlamayı hedefliyor. Pilot olarak İstanbul’da uygulamaya konan proje, toplum ve hatta hasta yakınları tarafından psikolojik etkileri tam olarak anlaşılamadığı bilinen metastatik meme kanseri ile ilgili farkındalığı artırmayı amaçlıyor.
Metastatik meme kanseri hastaları için psikolojik destek hattı
Europa Donna’nın önderliğinde, uzman psikologların yer aldığı bir psikolojik danışmanlık merkezinde bu iş için TTOD tarafından da onaylanmış iki psikolog projeye destek verecek. Hastalar “0530 969 39 33” numaralı Psikolojik Destek Randevu Hattı’nı arayarak uzman bir psikologdan randevu alabilecek. Hastaların psikolog ile yapacağı ilk görüşme sonrası hastanın ihtiyaçları doğrultusunda beş seansa kadar ücretsiz görüşme imkanı sağlanabilecek. Görüşmeler yüz yüze psikolojik destek kliniğinde gerçekleşecek.
Metastatik meme kanseri birlikte yaşanabilen kronik bir hastalık haline getirilebilir
Türk Tıbbi Onkoloji Derneği (TTOD) Başkanı Prof. Dr. Mahmut Gümüş, metastatik meme kanseri hakkında şu istatistiksel bilgileri verdi: “Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanser türüdür. Tıbbi onkoloji kliniklerindeki toplam kanser hastalarının yaklaşık %20-25’ini meme kanseri hastaları oluşturur. Yaklaşık olarak her yıl 100.000 kişide 40 kişi meme kanseri tanısı alıyor. Neyse ki bunların ancak yüzde 10-15’i başlangıçta metastatik olarak başvuruyor. İnsanların bu konudaki farkındalıklarının artması ve tarama yöntemlerinin gelişmesi ile birlikte hastalarımızın %85’i erken evrede tanı alabiliyor. Yalnızca %15’lik kısmı metastatik evrede geliyor. Bu oran, benim mesleki hayatıma başladığım 15-20 yıl öncesinde %30-40’lar civarındaydı. Bu güzel bir gelişme. Metastatik meme kanseri dediğimizde, kronik bir hastalıktan bahsediyoruz. Tedavilerle bu hastalığın ilerlemesini, vücudun başka yerlerine zarar vermesini geciktirebilir, belli bir süreliğine önleyebiliriz ama hastalığın tamamen yok olması daha zor bir olasılık. Ancak tedavilerle bunu, birlikte yaşanabilir bir hastalık haline getirebiliriz.”
Kanser tedavisi disiplinler arası bir yaklaşım gerektirir
Kanser tedavisi sürecinin sadece hekimlerin dahil olmadığı disiplinler arası bir yaklaşım gerektirdiğini belirten Prof. Dr. Mahmut Gümüş şunları söyledi: “Bu sürece hastalar, hekimler, hemşireler, eczacılar, psikologlar, beslenme ve sosyal hizmet uzmanları da dahil olmalıdır. Bunların dışında hastalarının beslenmesi, psikolojisi, sosyal durumları ile ilgili destek de tedavinin bir parçası olarak düşünülmelidir. Hastalarımızı zor zamanlarda psikolojik anlamda desteklemenin önemli olduğu artık hepimizin bildiği bir şey. Biz de bu konuda bir şeyler yapalım istedik. Bu proje sayesinde hastalarımız doktorların önerileri ve kendi istekleriyle, bu numaraları diledikleri zaman arayarak buradaki psikologlardan danışmanlık hizmeti alabilmekteler. Bu danışmanlık hizmeti neticesinde ortaya çıkan sonuçlar daha sonra hastamızın tedavisini üstlenen onkolog ile paylaşılıp, psikiyatrik veya ileri destek gerektiren durumlar varsa hastalarımızın bu imkanlara kavuşması sağlanıyor. Bu çalışmaya bir pilot proje diyebiliriz. Buradan alacağımız olumlu sonuçlar, daha sonra bu projenin büyük ve daha geniş kapsamlı bir proje haline getirebilmesi noktasında bize yol gösterecek.”
Metastatik meme kanseri hastaları yalnız değildir
Europa Donna Türkiye Başkanı Violet Aroyo şöyle konuştu: “En büyük zorluk, hastaların tedavide kullanmaları gereken ilaçlara kolayca erişememeleri. Psikolojik olarak kendilerini yalnız ve çaresiz hissettikleri için bu konuda destek bekliyorlar ve daha kolay tedavi olanaklarının sağlanmasını istiyorlar. Ayrıca çevrelerindeki insanların ve tedavi ekibinin hastalığın tekrarlamasından dolayı umutsuzluğa kapılmayıp onlara tam destek olmasını istiyorlar. Bizler bu projeyle ileri evre meme kanserli hastalarımızın tedavileri sırasında yanlarında olup destek olmaya çalışıyoruz. Tedavi sürecinde hastaların yaşadığı sorunların daha kolay atlatılabilmesi için onlara psikolojik destek vermeye, tedavi hakkında bilgilendirme yapmaya ve yalnız olmadıklarını, her zaman yanlarında olduğumuzu hissettirmeye çalışıyoruz. Bu konuda çeşitli bilgilendirme ve destek toplantıları yapıyoruz. Metastatik meme kanseri hastaları yalnız değildir. Bu durumdaki kadınlara yardımcı olmak üzere özel eğitim almış birçok kişi var. Bu kişiler hastaların, metastatik meme kanserinin zorluklarıyla basa çıkması için yardımcı olabilir.”
Psikolojik destek, hastalıkla baş etmeyi kolaylaştırabilir
Persona Life Eğitim Hizmetleri ve Danışmanlık Merkezi’nden klinik psikolog Rahel Layiktez metastatik meme kanserinin psikolojik yönü hakkında şunları söyledi: “Kanser teşhisi almış bireylerin bazılarında başa çıkabilme becerilerinin azaldığı, başkalarına bağımlılıklarının arttığı ve aile, iş ve sosyal hayatlarında dengeyi korumakta zorlandıkları gözlenmektedir. Kanser hastaları yalnızlık, terk edilmişlik veya desteksiz bırakılma hislerine kapılabilir. Eğer kanser hastaları gündelik işlevselliğini bozacak kadar yoğun kaygılar ve üzüntüler yaşıyor ise, profesyonel anlamda psikolojik destek alması kişinin sağlıklı baş etme mekanizmalarını güçlendirecektir. Metastatik meme kanseri (mMK) teşhisi aldıktan sonra, hastaların iyi hissetmek ve hayatın kontrolünü ellerinde tutmak için yapabileceği çok şey var. Metastatik meme kanseri olan birçok kadın, hayati durumlarından bağımsız olarak, bir psiko-onkolog ile veya danışmanla konuşarak kendini daha iyi hissedebiliyor. İlk adım doktora ve bakım ekibine duygusal destek alınabilecek kişileri sormak olmalı. Bu, tedavinin önemli bir parçasıdır. Profesyonel destek almak, hastanın zayıf değil, aksine güçlü olduğunu ve kendine yardım etmek istediğini gösterir.”
Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Uzmanı Dr. Yalçın Yontar Acıbadem Kayseri Hastanesi’nde göreve başladı
Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Uzmanı Dr. Yalçın Yontar Acıbadem Kayseri Hastanesi’nde göreve başladı.
2014 yılında Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Uzmanı olarak göreve başlayan Dr. Yalçın Yontar, özellikle rinoplasti, rekonstrüktif ve estetik meme cerrahisi, maksillofasiyal travma cerrahisi, mikrocerrahi ile serbest doku nakli, kraniyoplasti ve yanık travması ile ilgili önemli çalışmaları ile tanınıyor. Acıbadem Kayseri Hastanesi Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi ekibine katılan Dr. Yalçın Yontar, 1984 Ankara doğumlu. 2008 yılında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra 2009-2014 yılları arasında Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde uzmanlık eğitimini tamamladı. Birçok bilimsel çalışması olan Dr. Yalçın Yontar, Acıbadem Kayseri Hastanesi Estetik, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Bölümü’ne tam zamanlı olarak katıldı.
Kalp ritmi bozukluklarında ilaçsız tedavi mümkün
Kas ve kapaklardan oluşan kalbin, elektrik şebekesine benzeyen bir sinir ağı sistemi sayesinde düzenli olarak çalıştığını belirten Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi Öğretim Görevlisi, Türk Kardiyoloji Derneği Aritmi Çalışma Grubu ve Avrupa Kalp ve Ritm Cemiyeti üyesi Doç. Dr. Osman Can Yontar şu bilgileri verdi: “Bu sistemde aksaklıklar gözlenmesi durumunda nabızda düşme, bayılma hatta ani ölümler olabileceği gibi nabızda aşırı artma, düzensiz hızlanmaya bağlı çarpıntılar ve bazen de aşırı hızlanmaya bağlı ani ölüm veya uzun vadede kalp yetersizliği gözlenebilir. Kalbin diğer hastalıklarında olduğu gibi sigara, yoğun alkol tüketimi gibi alışkanlıklar ritim bozukluklarına yol açabilir. Ayrıca diyabet ve hipertansiyon gibi hastalıkların kontrol altına alınamaması ritim bozukluklarının önemli sebeplerindendir. Kalp krizi geçirmiş, kalbi besleyen damarlarında tıkanma meydana gelmiş hastalar da her zaman ritim bozukluğu riski altındadır. Ritim bozuklukları genellikle çocuk yaşta başlar ancak hastalar küçük olduğu için şikayetlerini tarif edemezler ve gözden kaçabilir. Bu nedenle bu hastalığın tanısı genelde 20’li yaşlarda konulabilir. Atakların sıklığı ise yaş ilerledikçe genelde artış gösterir.”
Tespit edilemeyen ritim bozukluklarında en kesin yöntem “elektrofizyolojik çalışma”
Bütün ritim bozukluklarının normalde kardiyoloji uzmanlarının muayenesi sırasına çekilen basit bir elektrokardiyogram (EKG) ile tanınabildiğini belirten Doç. Dr. Osman Can Yontar, bazen teşhisin bu kadar kolay olmayabileceğini söyleyerek şu bilgileri verdi: “Bazen hastaların üzerlerine yerleştirilen 24 saat ya da daha uzun süreli ritim takip cihazları da gerekebilir. Bazı hastalarda bu yöntemlerle tespit edilemeyen ritim bozuklukları için son çare olarak elektrofizyolojik çalışma adını verdiğimiz işleme ihtiyaç duyabiliriz. Bu işlemde hastanın kasık bölgesindeki bir toplardamardan, kateter adını verdiğimiz, elektrik kablosuna benzer ve bir ucu bilgisayara bağlı bir cihaz kalbin içine gönderilerek olası sorunlar incelenebilir ve kesin tanı konulabilir. Bu cihaz ile kasık toplardamarından girip, kalbin içindeki bazı noktalarda ölçümler yapıyoruz. Bu işlemle adeta, kalp içinde bir uçtan diğerine akan elektriğin sağlıklı iletilip iletilmediğini ve kısa devreler olup olmadığını değerlendiriyoruz. Bu işlem genellikle ritim bozukluğu nedeniyle doktor doktor gezen ancak hastalığı tespit edilemeyen hastalarımızda çok işe yaramaktadır.”
Ablasyon tedavisi aşırı yüksek kalp hızına çare olabilir
Doç. Dr. Osman Can Yontar şunları söyledi: “Ritm bozukluklarını kabaca iki gruba ayırmak yerinde olur: kalbin hızının aşırı azaldığı (bradikardi) ve aşırı arttığı (taşikardi) durumlar. Kalbin çeşitli hastalıklar neticesinde yeterli hızda çalışamadığı, kalp yetersizliğine doğru gidiş gösteren durumlarda kalp pilleri hastalarımızın tedavisinde önemli yer almaktadır. Kalp hızının aşırı artışla seyreden hastalıklarda ise ilaç tedavisi ile kalp hızı kontrol altına alınabilir. Bu hastalıkların bazılarında, kalbin içinde düzensiz ritme bağlı biriken kanın koyulaşması ve pıhtı olarak beyine atması ile inme (felç) izlenebilmektedir. Atriyal fibrilasyon adını verdiğimiz bu hastalıkta diğer ritim bozukluklarından farklı olarak kan inceltici ilaçlar da kullanmak gerekmektedir. Bu ilaçlar kişinin felç olup yatağa bağlı kalmasının engellenmesinde çok ama çok önemli bir gruptur. Aşırı hızlı kalp atışıyla seyreden ritim bozukluklarında ek olarak girişimsel tedavilerimizle de hastalarımıza müdahale edebilmekteyiz. Bu işleme de ablasyon adını vermekteyiz.”
Ritim bozuklukları ablasyon tedavisiyle ilaca gerek kalmadan tedavi edilebiliyor
Doç. Dr. Osman Can Yontar ablasyon tedavisini şöyle anlattı: “Ablasyon tedavisi, kalbin içindeki elektrik şebekesinde türlü sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, kısa devreler olarak tabir edebileceğimiz, ritmi bozan odakların bir cihaz yardımıyla yok edilmesi işlemidir. Elektrofizyolojik çalışma adını verdiğimiz işlemle tespit edilen bu milimetrik boyuttaki odaklar, bir cihazla ısıtılarak ya da dondurularak yok edildiğinde bazı hastalarda ritim bozukluğu tamamen ortadan kalkmakta ve ilaç kullanmaya gerek kalmamaktadır. Bu işlem 30 yıl kadar önce Avrupa ve Amerika’da uygulanmaya başlamış ve daha sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Ülkemizde 20 yıl kadar önce çok az sayıda merkezde başlayan bu tedavi çeşidi, son 10 yılda yaygınlaşmış ve tedaviyi uygulayan hekim sayısındaki artışa paralel olarak belli başlı merkezlerde uygulanmaya başlamıştır. Biz de merkezimizde gerek kendi muayenemizle teşhis koyduğumuz, gerekse başka merkezlerden bize gönderilen bu tip tedaviye ihtiyacı olan hastalarımıza elektrofizyolojik çalışma ve ablasyon işlemi yapmaktayız. Ancak ablasyon uygulanan hastaların, işlem sonrasında mutlaka yakından takip edilmesi gerekmektedir.”
Hızla gelişen bir teknoloji
Bu tedavinin, ritimde aşırı hızlanma ve düzensizleşmeyle seyreden tüm ritim bozukluklarında uygulanabildiğini belirten Doç. Dr. Osman Can Yontar şöyle devam etti: “Hastalığı nedeniyle ilaç tedavisi alan ancak aniden gelişen çarpıntı atakları nedeniyle belki dakikalarca belki de saatlerce kendine gelemeyen ve acil servislere başvurup damar yoluyla ilaç uygulanmasıyla düzelen hastalar ablasyon tedavisine adaydır. Farklı çarpıntı tipleri için farklı ablasyon yöntemleri bulunmaktadır. Bu alandaki teknolojik gelişme o kadar hızlı olmaktadır ki, her geçen yıl daha mükemmel sonuç elde edebileceğimiz cihazlar geliştirilmektedir.”
%99’a varan başarı mümkün
Doç. Dr. Osman Can Yontar, bazı taşikardi türlerinde %99’a varan başarı ihtimali bulunduğunu belirterek ekledi: “Bazı hastalar daha önceden kullandıkları ritim düzenleyici ilaçları tamamen bırakabilmektedir. Ömür boyu ilaç kullanmak istemeyen, bu ilaçların yan etkilerinin görüldüğü ya da ilaç kullanmasına rağmen kalp ritmi kontrol altına alınamayan hastalarda ablasyon tedavisi ilk seçenektir. Kalple ilgili her türlü girişimde olduğu gibi, ablasyon tedavisinin mutlaka riskleri vardır. Nadiren de olsa hastalarımıza ablasyon işleminden sonra kalıcı kalp pili takılması gerekebilir. Ablasyon işlemi diğer işlemlerden biraz daha uzun süren, yaklaşık iki saat bazen daha uzu sürebilen bir tedavi. Hastalar ablasyon sonrası her şeyin yolunda gitmesi halinde bir ya da iki günlük hastane yatışından sonra tamamen normal bir şekilde hayatlarına devam edebiliyorlar.”
Yanlışlıkla panik atak teşhisi koyulan aritmi vakalarına dikkat
Doç. Dr. Osman Can Yontar yanlış teşhis konusunda şu uyarılarda bulundu: “Ritim bozukluğu olan, özellikle de nöbetler halinde çarpıntıları olan hastaların bazen panik atak sanılması sık rastladığımız bir durum. Bu yanlış algı bazen hastalarda bazen de doktorlarda olabiliyor. Hastalar bazen yıllarca panik atak tedavisi alabiliyor. Karar verilemeyen, tanı konulmayan ya da ilaç tedavisinden fayda görmeyen hastaların mutlaka ritim bozuklukları konusunda uzmanlaşmış kişi ya da merkezlere yönlendirilmesi çok önem taşımaktadır.”
Bağımlılık Tedavisinde Yeni Umut: Bağımlılık Enjeksiyonu
Türkiye’de ilk kez Moodist Psikiyatri ve Nöroloji Hastanesi’nde kullanılmaya başlayan “bağımlılık tedavisi enjeksiyonu”nun kısa sürede bağımlılık çipinin yerini alacağına inanılıyor.
Bağımlılık çipinin yerini alacağına kesin gözüyle bakılan bağımlılık enjeksiyonu hakkında Moodist Psikiyatri ve Nöroloji Hastanesi Bağımlılık Merkezi Direktörü Prof. Dr. Kültegin Ögel şunları söyledi; “Son yıllarda bağımlılık alanında “çip” rüzgarı esti. Halk arasında “çip” adı verilen, bilimsel dünyada implant olarak adlandırılan ilaç, bağımlılığın tekrarlamasının önlenmesinde önemli bir yere sahipti. Çip takıldığında, kişi özellikle eroin gibi uyuşturucu maddeleri kullandığında, bu maddeler etkilemiyordu, böylece kişi bağımlılığına geri dönmüyordu.
Ancak çipin pabucunu dama atacak yeni bir ilaç ülkemize geldi. Nalmefen isimli etken maddeye sahip bir enjeksiyon. Bu ilaç, aynı çipte olduğu gibi bedene uyuşturucu girdiğinde etkisini nötralize ediyor ve kişinin bağımlılığa geri dönmesini engelliyor.
Etkisi 3 Ay Süren İğne
Bu ilaç aslında yıllardır var olan etkili olduğunu bildiğimiz bir ilaç. İşin yeni tarafı ise bunun bir enjeksiyon formunun üretilmesi. Bu ilaç enjekte edildiğinde 3 ay bedende kalıyor. Bir sefer “iğne” yapılıyor ve etkisi 3 ay devam ediyor.
Enjeksiyonun Avantajı Çipteki Dezavantajları Ortadan Kaldırması
Enjeksiyonun en büyük avantajı, çip gibi bedeni kesmek ve cilt altına yerleştirmek gerekmiyor. Çipin takılması için küçük bir ameliyat gerekirken, bu ilaçta buna gerek yok. Bir enjeksiyon yapılması yeterli.
Çip için yapılan operasyonlarda, iltihap oluşması, yara iyileşmesinde gecikme gibi sorunlar varken, enjeksiyonda bu sorunlar yaşanmıyor. Hastanın bedeninde izler kalmıyor. Antibiyotik ve benzeri koruyucu ilaçlara gerek kalmıyor.
Alkol Bağımlılığında da Etkili
Enjeksiyonun içindeki maddenin alkol tedavisinde de etkin bir ilaç olduğunu biliyoruz. Bu nedenle farklı bağımlılıklarda kullanmak da mümkün olacak.
Avrupa ülkelerinde ve ülkemizde ruhsat alan bu ilacın bağımlılığın tedavisinde önemli bir yeri olacağına inanıyoruz. Ancak bütün ilaçlarda olduğu gibi, ilaç doğru zamanda ve doğru yerde kullanıldığında etkin olur. Bu nedenle bir bağımlılık uzmanının önerisi olmadan kullanılmamalıdır.“