KIRIM: SÜRGÜNDE YEŞEREN VATAN (KÖŞE YAZISI)

Hilmi ÖZDEN

KIRIM, “Kemal Çapraz”ın Kırım’la ilgili eserine de ismini verdiği gibi; “SÜRGÜNDE YEŞEREN VATAN” dır. Milattan çok  öncelerinden itibaren Türk vatanı olan Kırım MS. 1736’da Rus ordularının Bahçesaray’a girip binlerce evi ve Han Sarayı yaktıkları günden bugüne “yangın yeri” olmuştur. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım Hanlığı Osmanlı Devletinden koparılmıştır. 1783’de Rus işgaline uğramış ve Kırım Türklerinin esaret yılları başlamıştır. Rusların Kırımlılara yaptıkları zulüm ve baskı yüzyıllarca göçlere sebep olmuştur. En büyük göç dalgaları, 1792, 1860-1863, 1874-1875, 1891-1892 yılları arasında Osmanlı topraklarına yaşanmıştır.  1783’de Kırım’daki Türk nüfusu % 98 iken, 1897 Türk nüfusu % 35’e düşmüştür. Rus Çarlığı 1917 Bolşevik ihtilâli ile yıkılınca Kırım Türkleri, Numan Çelebi Cihan başkanlığında 13 Aralık 1917’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Fakat 1918’de Rus orduları Kırım’ı  istila ettiler. Devlet başkanı Numan Çelebi Cihan kurşuna dizildi. 11 Kasım 1920’de Kırım’da tamamen Rus hakimiyeti sağlandı. 18 Ekim 1921’de Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat bu cumhuriyetin merkez icra komite başkanı Veli İbrahim’de 1927’de idam edildi. Kırım Türk aydınları katledildi. 1920-1941 yıllarında Kırım’da sunî kıtlık meydana getirildi. Binlerce Kırım Türkü açlıktan hayatını kaybetti. 1941 yılında Alman orduları Kırım’ı işgal etti.  8 Nisan 1944’de Kırım’a Rus hücumu başladı.

İnsanlığın yüz karası Josef Stalin, İkinci Dünyâ Harbi bi­tince 18 Mayıs 1944 günü, Kırım’da kalmış olan bütün Türkleri, (genç erkekler askerde idi; kadınları, çocukları, yaşlı ve hastaları) 15 dakika içinde hayvan vagonlarına doldurarak Sovyetler Birli­ğinin çeşitli yerlerine sürdü. Aç, susuz olarak bir bölümü 22 gün boyunca giden bu insanların yarısı yolda öldü. Gittikleri yerlerde de ‘kaçkınlar geliyor’ diye aleyhlerinde yapılmış olan Rus pro­pagandasının sonucu olarak, çok sıkıntı çektiler, meramlarını an­latmaları uzun zaman aldı.(2) Kırımlı tarihçi Elvan Kazas’ın anneannesi Lütfiye Bulat şöyle anlatmaktadır: “Öyle idi ki, bu vagonlar seyyar bir zehirli gaz odasından farksızdı. Hava almak için yeterli penceresi dahi olmadığı gibi vagonlarda çömelmek bile imkansız­dı. Ancak sımsıkı ayakta durabiliyorduk. Çoğu ailenin fertleri başka vagonlara sıkıştırılmışlardı. Ölüm, ihti­yarlar, çocuklar ve zayıflar arasında kol geziyordu. Su­suzluktan, açlıktan ve havasızlıktan boğularak öldü­ler… Yazın sıcaktan dolayı pek çabuk kokmaya başla­yan cesetleri Rus askerler istasyonlarda dışarı atıyor­lardı. Beyim Bilal Bulat Alman ordularına karşı sava­şıyordu. Ama bizi yine de 6 çocukla birlikte sürgüne gönderdiler. 4 hafta süren yolculuktan sonra 6 çocuk­tan sadece 3’ü sağ kalabildi”. Sürgüne gönderilen Türklerin, bulunduğu yerle­rin dışına çıkması yasaklanmış, teşebbüs edenler 25 yıl  ağır çalışma kampı cezasıyla cezalandırılmışlardır.” (1)

“Almanlarla işbirliği” yapmakla suç­lanan bu zavallı insanların çocuklarının bir kısmını, Kırım’ı işgal eden Almanlar zorla (gönüllü olmayanları kurşuna dizerek) askere almışlardı. Kırımlıların çocuklarının bir kısmı da Ruslar ta­rafından askere alınmıştı. İki kardeşten birinin orak-çekiçli, öbü­rünün gamalı-haçlı bayrak altında çarpıştığı olmuştu. ‘Almanlarla işbirliği’ boş lâftan ibaretti. Hâlâ hayatta olan Kırım Tatarlarında, Rus ordusunda gösterdikleri yararlıktan dolayı almış oldukları madalyalar vardır. 1944 sürgünü sırasında, Arabatski-Strelka geçidi üzerinde bu­lunan bir Tatar köyü, unutularak kalmış. Yetkililer, durumu İçişleri Bakanı Beria’ya bildirmişler. O da, durumdan Stalin haberdar ol­masın diye, Arabat geçidindeki Seyit-Cuğut köyünde kalan Tatarların derhâl öldürülmeleri için emir verdi. Sovyet askerleri, köyün kadın, çocuk ve ihtiyarlarını, süngülerle dürterek bekleyen vapura bindirdiler. Sonra da vapuru, Azak denizinin iç kesimine doğru açılarak ba­tırdılar. Yüzerek karaya çıkmak isteyenleri de, kıyıya yerleştirdikleri keskin nişancılar vurdu. 2001 yılında vefat eden Mihail Blohin, öl­meden önce, komşusu, Karasubazar rayonu Argın köyünde yaşa­makta olan İbrahim Kurtosman’a anlatmış, olay, Kırım’da çıkan “Yanı Dünya” gazetesinin 30 Hazran 2001 günü, 7. sayfasında ya­yınlanmıştır. Komşunun acı hikâyesi adı altında kaleme alınan, 57 yıl önce yaşadığı olayı, Mihail şöyle anlatmıştır:

“Şimdi sana anlatacağım olayı, bütün ömrüm boyu yüreğimde saklayıp geldim, fakat artık dayanamayacağım. O zaman biz komsomollara (genç komünistler) gördüklerimizi hiçbir kimseye söyle­mememiz için yemin ettirdiler. Bizler de Azak denizi kıyısında ge­çen bu facialı olayı hiç kimseye söylememek için söz verdik. Yemin ettik ve yarım asırdan beri yeminimi bozmadım, fakat artık gücüm kalmadı, çünkü bir ömür vicdanım sızlayarak bu olayı içimde sak­ladım. 1944 senesinin yazı idi. Bizim ailemiz Azak denizi boyunda bulunan Seyit-Cuğut köyünde yaşıyordu, köyümüz ise, bir liman ile ikiye bölünmüş Kırımtatar Seyit-Cuğut’u ve Rus Seyit-Cuğut’undan ibaretti. Tatarlar sürgün edildikten sonra, Tatar Seyit-Cuğut’una adeta ölüm sessizliği çöktü. Akşam üzeri köyün bütün komsomollarını köy idaresi binasının önüne topladılar ve ertesi günü kazadan gele­cek yetkililerin bizimle bir toplantı yapacaklarını ilan ettiler. Sabahtan ilan edilen yerde bütün komsomollar toplandık. Orada bir üni­formalı yetkili, biz gençlere bir konuşma yaparak, gençlerin devlete sadakat göstermeleri ve bunun bir borç ve görev olarak kabul edil­mesi gerektiğini söyledi.

Devletin idaresine karşı gelip devleti çirkefleştirmeye gayret edenlerle mücadele etmemizi söyleyerek, Almanlarla işbirliği ya­pan Tatarlara karşı nefret beslememiz gerektiğini söyledi. Sonra bizleri kamyonlara doldurup Azak denizinin kıyısına getirdiler. Biraz ileride buldozerler çalışıyor ve hendekler kazıyordu. Sa­hile biraz daha yaklaşınca, gördüğümüz dehşet verici manzara­dan hepimiz irkildik. Sahil ölülerle doluydu, yere basacak bir yer yok, sahile yakın kesiminde ise su üstündeki cesetler, hafif dalga­larla sallanıyorlardı. Bize bu ölüleri ikişer olarak hendeklere ta­şımamızı emir ettiler, biz pek çok çalıştık. Bütün vücudumuzu korku sarıp aldı ve bu dehşet karşısında ağzımızı açmaya meca­limiz bile kalmadı. Bir bebeği bağrına basan anne, çocuğuyla öyle bir katıp kalmış ki, adeta granitleşmiş, onları birbirinden ayıramadan bir hendeğe gömdük. Bu acı manzarayı son nefesime dek unutamam… Ölüler; ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklardan ibaretti. Erkekleri ise cephede olan bu zavallılara reva gördüler. Bu biçare yüzlerce insanı hendeklere gömdükten sonra, vilayetten gelen yet­kililer, bizlere bu gördüğümüz vahşetin nedenlerini anlatmaya ça­lıştılar. Meğer, Arabat geçidinden çok şiddetli dalgalar geçmiş ve o azgın sular birkaç köyü yerle bir etmiş, evleri yıkmış ve insanları da boğmuşmuş. Buna pek inanan olmadı ama, kimse de se­sini çıkartamadı, zira hepimiz korktuk.

Bizlere bu gördüğümüz feci manzaraları ebediyen unutmamız ve kimselere söylemememiz için, tam üç kez yemin ettirdiler. Ondan sonra geçen ömrüm, korku ve dehşet içinde geçti ve geceleri bana uyku vermedi. Vücuduma ağrı ve sızılar girdi. Bu vahşeti yarım asır hiçbir kimseye anlatmadım Sürgüne uğrayıp da Kırım’a dönenlerden 1920 doğumlu Pakize Hanım’ın, 1994 yılının Ramazan ayında görevle Kırım’a giden Tür­kiye Diyanet Vakfı Dış ilişkiler Uzmanı Abdurrahman Kaya’ya, Albat köyünde anlattıklarını nakledelim:

“18 Mayıs 1944, gece saat 02.00-03.00 arası silah sesleriyle uyandık, kapılarımız, pencerelerimiz Rus askerleri tarafından parçalanırcasına dipçiklerle ve tekmelerle dövülüyordu. Ne olduğunu anlayamamıştık. Kapıyı açtığımızda Rus askerleri: ‘Size 15 dakika müsade ediyoruz. Bu süre içinde kendinize gerekli olan eşyaları alın ve evi terkedin. Eğer 15 dakika sonra kapı önünde hazır olmazsanız, kurşuna dizilirsiniz!’ dedi. Tam bir şaşkınlık içindeydik. Neye uğradığımızı anlıyamadık. Allah’ım başımıza bu da mı gelecekti? Ev içinde çoluk-çocuk bir birimize sarılarak ağlamaya başladık. Ağlayan sadece biz değildik. Bütün evlerden, sokaklardan ağlamalar, inlemeler, canhıraş vaveylalar işitiliyordu. Kırım’ın üstüne çöken bu korkunç kâbusu sadece bizler değil hayvanlar dahi hissetmiş olacaklar ki, ahırlardaki koyunlarımız meleşiyor, atlanınız kişniyor, kümesteki tavuklarımız, kapı önündeki köpeklerimiz adeta kıyametin koptuğunu haber veriyordu. Evden ayrılırken ahırların, kümeslerin kapılarını açıp tüm hayvanları serbest bıraktık. Bütün halkı bir yerde toplayıp kamyonlara doldurmaya başladılar. İşlemler bitinceye kadar gün ağardı. Ahırlardan boşalan hayvanların harman yerlerindeki bağrışları yeri-göğü inletiyor, Usan-ı halleriyle arkamızdan ağlaşıyorlardı. Ne derece doğrudur bilmiyorum ama yıllar sonra karşılaştığımız bir Rus: ‘Siz Kırım’dan ayrılırken mezarlarınızdaki ölülerin dahi ağladığını duyanlar olmuş’ demişti. İşte böyle bir ortamda anavatanımız Kırım’ı terketmek zorunda kaldık.

Ne olduğunu, nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Kamyonlarla istasyona getirilip yük vagonlarına tıka basa doldurulduk. Bırakın oturmayı, ayakta dahi duracak yer yoktu. Tam bir korku ve şaşkınlık içinde sonu bilinmeyen bir yola çıktık. Pek çok kardeşimizi yollarda kaybederek, iki haftalık bir yolculuktan sonra sürgün mahalli olan Tacikistan’a ulaştık. Gerek yolculuğu, gerekse Tacikistan’da çok bü­yük sıkıntılar içinde geçirdiğimiz ilk yıllan, anlatmak istemiyorum. Kırım sürgününü yaşayan başka insanlardan aynı olayı değişik bi­çimde dinlemiş olabilirsiniz. Sürgün olayı başlı basma bir destandır. Bu destanın kahramanlarından çoğu şu anda hayattadır. Gelecek nesillere ibret olması açısından canlı şahitlerin ağzından destanımız yazılmalıdır.

Ben burada destanın sadece bir bölümünü anlatacağım. Bildiği­niz gibi sürgünden sonra bizim turistik amaçlarla da olsa anavatan Kırım’a gitmemiz yasaklanmıştı. Hatta ikamet mahallinden 5 km. uzağa gideceksek izin almamız gerekiyordu. Yetkililerden izin almak kaydıyla Rusya’nın her tarafına gidebilirdik. Fakat Kırım’a asla. Bizi en çok kahreden de buydu. Vatanımızı ziyaret etmeyi dahi çok görmüşlerdi. Sürgün yıllarında Kırım’dan elimizde kalan resimlerle avunduk. Kırım’a ait tek tük eşyamızı mukaddes bir emanet gibi sakla­dık. Bir fırsatını bulup ta Kırım’a gidip gelen kardeşimizi hacca gi­dip gelmiş gibi hürmetledik. Kırım’ı hiç ama hiç unutmadık. Hasılı Kırım’la yatıp, Kırım’la kalktık. Kalbimizdeki Kırım sevgisi bütün şiddetiyle artarak devam etti ve aradan tam 40 yıl geçti. 1984 yılı da bizi sevince boğan bir düğün davetiyesi aldık. Daha önce Kı­rım Türklerine, anavatanlarına dönme imkânı tanıyan, ancak çok az kişinin yararlandığı kanundan istifade ederek Kırım’a yerleşen bir akrabamız, bizi düğüne davet ediyordu. Eğer bu fırsatı değerlendirebilirsek Kırım’ı görebilecektik. Allah’ım bu ne büyük fırsattı. 24 yaşında ayrıldığım Kırım’ı 40 yıllık ayrılıktan sonra 64 yaşında tek­rar görebilecektim.

Gelen davetiye ile gerekli mercilere başvurarak Kırım’a gidiş vi­zesini aldık. Eşim, ben ve torunumla birlikte yıllardır hasretini çekti­ğimiz Kırım’a kavuştuk. İlk iş olarak Albat’taki evimizi görmeye git­tik. Çok merak ediyorduk. Acaba evimiz yerinde duruyor muydu? Yoksa yıkılıp yeni ev mi yapılmışta? Ana cadde üzerinde otobüsten inip, evimize giden sokağa girdik. Özen ırmağı üzerindeki köprü­den geçip, evimize yaklaştık. Bir de baktık ki evimiz olduğu gibi du­ruyor. Ne evde ne de bahçede en ufak bir tadilat yapılmamıştı. Ta­biri caizse bir çivi bile çakılmamıştı.

Büyük bir heyecanla nefes nefese bahçe kapısının önüne geldik. Gözlerimiz dolu dolu oldu. Büyük bir teessürle ve içimiz kan ağla­yarak baba ocağını seyrediyorduk. O sırada, bizim bu halimizi gö­ren bir Rus evden çıkarak, ne istediğimizi sordu. Biz de, 1944 yılında bu evden sürgün edildiğimizi, şimdi ise davetli olarak Kırım’a geldi­ğimizi, eğer mümkün olursa evi şöyle bir görmek istediğimizi ifade ettik. Rus anlayışlı insanmış. Bize: ‘Hay hay, buyrun görebilirsiniz’ dedi. Büyük bir sevinçle bahçe kapısını açıp içeri daldık. Eşim ve to­runum evi görmeye giderken, ben evin önünden akıp giden Özen su­yuna doğru koştum. Bahçedeki meyve ağaçlarının arasından geçerek Özen’e ulaştım. Önce abdest almak ve o şekilde evime girmek istedim. Özen’in, Aypetri dağından akıp gelen buz gibi temiz ve berrak suyu ile abdestimi aldım. Evime giderek yaşlı gözlerle ve içimden, evimin-yurdumun iadesi için Allah’a dua etmeye başladım. Eşimle Rus ko­nuşurlarken ben de bir taraftan dualarımı tekrarladım.

O sırada bitişik odadan sarhoş bir adam çıkageldi. Leş gibi içki kokuyordu. Ev sahibi: ‘Benim damadımdır.’ diye tanıttı. Bizim de kim olduğumuzu söyledi. Bunun üzerine sarhoş damat, kayınpederine: ‘Bu vatan hainlerini niye eve alıyorsun? Derhal bunları defet. Yoksa ben tekme-tokat kapı dışarı atarım.’ diyerek bağırmaya başladı. Bir tatsızlığa sebebiyet vermemek için hemen evden ayrıldık. Bahçe ka­pısına gelince, kapının bitişiğindeki kuyu gözümüze takıldı. Kuyuyu görünce, o anda Tacikistan’da hasta yatağında yatmakta olan ve 85 yaşında bulunan annemin ricası aklımıza geldi. Annem, Kırım’a gi­deceğimizi öğrenince: ‘Aman kızım, Kırım’a gittiğinizde evimizin önündeki kuyunun suyundan bana bir şişe su getirmeyi unutma!’ demişti. Belki de bu hasta annemin son arzusuydu. Yerine getiremez-sem ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Bir an kuyunun yarımda do­nup kaldık. Çünkü su koyacak şişemiz veya başka bir kabımız yoktu. Etrafta tanıdık biri de yoktu. Ne yapsak acaba? diye düşünüp du­rurken, evimizin sahibi Rus tekrar çıktı. ‘Ne oldu? bir problem mi var?’ diye sordu. Biz de kendisine annemin isteğini anlattık. Derhal eve giderek boş bir şişe getirdi. Kuyudan su çekerek şişeyi doldur­duk. Annemin isteğini yerine getirmekten mutlu olduk.

Kırım’da günler göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçti. Ayrılık günü geldi ve Tacikistan’a döndük. Anacığıma Kırım suyunu takdim ettik. Bir çocuk sevinci içinde, şişedeki suyun yansını içti ve şişenin ağ­zını itina ile kapatarak şöyle dedi: ‘Bu şişeyi ve içinde kalan suyu iyi saklayın. Ben ölürken bu Kırım suyunu ağzıma damlatmanızı size vasiyet ediyorum.’ Kısa bir süre sonra annem, Kırım hasretiyle aramızdan ay­rılıp, Allah’ın rahmetine kavuştu ve vasiyeti yerine getirildi.

Nihayet 1989 yılma geldik. Bildiğiniz gibi Rusya’da değişiklikler oldu. Kırım’a dönüş başladı. Biz de diğer soydaşlarımız gibi anava­tana dönme hazırlıklarına başladık. Büyük oğlumu Kırım’a gönde­rerek evimizi satın almasını istedik. Kırım’a hem de kendi evimize dönmek istiyorduk. Evimizde oturan Rus’la görüşüldü, konuşuldu. Rus evi satmak istemedi. Büyük oğlum ne pahasına olursa olsun evi alacağımızı, eğer satmazlarsa evle birlikte kendisini yakacağım söy­leyince Rus razı oldu ve evimizi bize sattı. 46 yıllık ayrılıktan sonra tekrar evimize gelip yerleştik. Allah Teala dualarımızı kabul etti. Şu anda çok mutluyuz. Artık anavatanda yaşayacak ve öldüğümüzde Kırım’ın sıcak toprağına gömüleceğiz. Allah, kimseyi vatansız bırak­masın evladım dedi ve Pakize hanım sözünü tamamladı.”(2)

Kırımlılar, insan kasabı Stalin tarafından, Ahıska Türkleri gibi, ‘Batı ile işbirliği içindeki Türkiye’ye karşı Sovyet sınırla­rını güven altına almak’ için sürüldüler. Kendilerine ‘Nohçu’ diyen, ‘Çeçen’ olarak bilinen, dünyanın en yürekli ve yiğit kavminin Şeyh Şâmil’in torunlarının sürülmesinin de Ruslar açısından stratejik sebepleri vardır, haklarındaki suçlamalar, bahaneler uydurmadır. Kırım, Ekim 1921 de Kırım Muhtar Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti olarak Sovyet Rusya’nın bir parçası yapılmıştı. Bu Muhtar Cumhuriyet, 1954 yılı Şubat ayında Rusya Federasyonu’nun bir oblast ‘ı hâline getirildi ve Kırım, Rus-Ukrayna Birliğinin 300. yıldönümü dolayı­sıyla, Ukrayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyetine hediye edildi.'” Bu ‘hediye’yi lütfeden de o tarihte Sovyetlerin başında bulunan Uk­rayna asıllı Khruşçov (Kruşçev) idi.(2)

Kırım Türkleri’nin sürgünüyle ilgili sessizlik za­lim Stalin’in ölümüne kadar sürmüştür. Stalin’den sonra başa geçen Kruşçev’in, Stalin dönemini karala­ma kampanyası başlamıştır. Kruşçev, Komünist Partisi’nin 1956’daki 20. Kongresi’nin gizli oturumunda yaptığı konuşmasında sürgün hadiselerine de temas etmiştir. Bu tarihten itibaren sürgüne gönderilen bazı Kafkas Türklerinin bir kısım hakları iade edilirken, Kırım’ın stratejik önemi bakımından Türklerin geri dö­nüşüne müsaade edilmemiştir. Kırım Türkleri’nin de “Özel Yerleştirme Rejimi” kaldırılmış, Kırım hariç Sov­yetler Birligi’nin herhangi bir yerinde oturma izni veril­miştir. Ayrıca bu tarihte Kırım Türklerinin Taşkent’te “Lenin Bayrağı” isimli gazetelerini yayınlamaya müsa­ade edilmiştir. “Kaytarma Ansambi” isimli folklor ekibi de kurulmuştur. Ama Kırım Türkleri bu tarihlerde başlattıkları mücadele ile insanca yaşama haklarını is­temeye” başladılar. Yine bu tarihlerde tutuklamalara, hapis cezalarına rağmen Kırım Türkleri’nin binlerce imzalı dilekçeleri Moskova’ya ulaştırılıyordu. 1962 yılında “Kırım Tatarları Gençlik Birliği”, 1965’ten itibaren de Kırım Türklerinin bulunduğu bütün yerleşme merkezlerinde “Kırım Halkının Milli Meselelerini Hal­letme Yolunda Parti ve Hükümete Yardımcı Faaliyet Gruplan” kurulmaya başlamıştır. Daha sonra Kırım davası ile ismi özdeşleşecek olan Mustafa Cemiloğlu’nun adı ilk defa “Kırım Tatarları Gençlik Birliği”nin oluşması sırasında duyulmuştur. Cemiloğlu, bu teşki­latta yer aldığı için, okulundan atılmış, dövülmüş ve tevkif edilmiştir. 1966-67 yıllarında Kırım Türkleri Sovyet rejimine karşı büyük bir mücadeleye girişmiş­lerdir. Bu tarihlerde baskı ve şiddet hareketlerine ma­ruz kalan Kırımlı Türklerin sayısında büyük bir artış görülmektedir. Sonunda 5 Eylül 1967 tarihinde Yük­sek Sovyet Prezidyumu Başkam N. Podgomi ve Genel Sekreter Georgadze imzasını taşıyan, Kırım Türkleri’nin sosyal, siyasi, medeni ve kültürel haklarının ia­de edildiğini bildiren bir kararname yayınlanmıştır. Bu kararname, Kırım Türklerinin vatana dönüş mücade­lesini daha da kamçılayacaktır ama bunun da göster­melik olduğunun öğrenilmesi uzun sürmemiştir. Bu kararnameye inanarak Kırım’a dönen Türkler yine po­lis zoruyla Yeşilada’dan çıkartılmış, bir kısmı tutuk­lanmıştır.(1)1960-1980 arası yıllarda Kırım’a geri dönen aileler tekrar sürgün ediliyordu, bazıları ise hapis cezasına çarpılıyordu. Kırım Türklerinin itibarının iadesi 14 Kasım 1989 yılında bir kararname ile gerçekleşti. Bu kararname SSCB Mec­lisi tarafından onaylanmıştır.

Kaynaklar:

1- Çapraz Kemal,  Sürgünde yetişen Vatan: Kırım. Turan yayıncılık. İstanbul 1995.

2- Maksudoğlu Mehmet, Kırım Türkleri. Ensar yayınları. İstanbul.2009.

 

Yazar - Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu -----Davut Güleç Kimdir ? -----

İlginizi Çekebilir

HOLLANDALILAR’IN, ŞÜKRAN BORCU OLARAK ÜRETTİKLERİ ATATÜRK VE İSTANBUL TÜRÜ LALE, BAHARIN ZARİF MÜJDECİSİ, AŞKIN VE ROMANTİZMİN SEMBOLÜDÜR.

https://www.ilhankaracay.com/dunyamizdan-ahirete-goc-eden-unlu-dostlar-ile-anilarim-2/ İlhan KARAÇAY yazdı: Lahey Büyükelçiliğimizin bahçesine, soyu tükenmekte olduğu sanılan İstanbul Lalesi’nden 100 soğan …