Kültür-Turizm

Cumhuriyet dönemine kadar geçen zamanda Türkçemiz

Önder  Alaybeyi  (Büyükelçi- Sarıkamış gönüllüleri)

                          CUMHURİYET DÖNEMİNE KADAR  GEÇEN  ZAMANDA TÜRKÇEMİZ

                Gönüllü  ve  sonrasında  metazori,  evlerimize kapatıldığımız bu günlerde  Türkçemiz hakkında,  Cumhuriyetimizin kuruluşuna kadar geçen dönemde yaşanan gelişmeleri,  mevcut kitaplardan ve internet ortamından yararlanarak  özet   şeklinde bir derleme çıkarmaya çalıştım.    Sizlerle baylaşıyorum.

                Dilimiz, milletin büyük sorunlarının başında  yer almakta. İlk sorun olarak,  çeşitli boylara mensup göçebe topluluklar olarak sahneye çıkmamız ve ana yurttan ayrılıp sürekli, batıya doğru yer  değiştirmemiz  neticesinde dilimize, pek sahip çıkmayıp, gittiğimiz yörelere uyum sağlamak ve oralara adapte olma gayretlerine bağlı galiba.

                Türkçenin zaman bakımından ortaya çıkışı  üzerine ileri sürülen görüşlerde farklılıklar mevcut. Yaygın görüş, Türk sözcüğünün ilk olarak VII. yüzyıl Çin metinlerinde geçtiği yolundadır. İlk Türk yazılı metinler ise, orta Moğolistan’da bulunan Orhun anıtlarıdır. Bu anıtların mevcudiyetini ilk olarak, 1730 yılında İsveçli bir gezgin keşfetmiş ve İsveç’e dönüşünde yayınladığı notlarında zikretmiştir.  Yazar, anıtların üzerindeki harfleri eski İskandinav harflerine  benzetmiştir. Daha sonraları ise 1893 yılında Danimarkalı Vilhelm Thomsen ile Rus Türkolog Vasili Radlov  anıtlardaki yazıları çözüp yayınlamışlardır. Anıtlardaki yazılar ”esrarlı eski Türk yazısı” olarak literatüre geçti. Anıtta 50 harfin olduğunu saptadılar. Geniş bir alanda bulunan yirmi kadar anıtta, 900  kelimeyi okudular. Türkçenin zengin bir dil olduğu kanısına vardılar. Ancak, XX. yüzyıl başlarında bu anıtları inceleyip  yeniden  yorumlayan  Türkologlar, dil konusunda fikir birliğine varamadılar. Bazıları, yazıtların ilkel ve somut  konuşma dili olduğunu, kimileri ise  bu  dilin  derin  kültür  varlığı içerdiğini öne sürdü.  Anıt yazılarından birkaç örnek:

               Uça bardıgız  (uçup gitti- gözden kayboldu, yok oldu)                                                                                                                                  – Özüm sakındım (düşünceye daldım)                                                                                                                                                               – Elig yıl işig küçüg birmiş (elli yıl hizmet etmişler.)                                                                                                        )                                  – Körür közüm körmez teg bilir biligim bilmez teg boldi özüm sakındım. Öd tengri yaşar kişi   ogli kop ogleli törimiş.        (                     görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu.Kendim  düşünmeye daldım                                                  . Zamanı Tanrı yaşar. İnsan oğlu hep ölmek için türemiş.

                  VI. yüzyıldan itibaren,  Budizm ve Maniheizm gibi dinlerin etkileri ile Türk  toplumlarında değişim sürecine girildiği görülüyor. Orhun yazıları yerini Uygur yazısına bırakmıştır. Bu dönem de kısa sürecek, Türklerin İslâm dinine geçmeleri  ile Arap alfabesi devreye girecektir.

                VII. yüzyılda çölden çıkan Araplar, önce Bizans ve son demlerinde olan Sasaniler (Persler) ile  temas ettiler. Çöl fakiri görgüsüz Araplar, Perslerin kentlerini, hayat tarzlarını, eserlerini  gördüklerinde akılları başlarından gitti. Her şeyi, yakıp, yıkıp  yağmaladılar.  Daha sonra Orta Asya’ya ilerleyerek Türklerle karşılaştılar. Kentler talan edilmekle kalmadı; yüz binlerce insan  kılıçtan geçirildi ve zorla Müslüman edildi. İslâm öncesini tağut sayan zihniyet,  zengin kentleri  soyup soğana çevirdi. Direniş gösterenler, özellikle genç erkekler boğazlandı; çocuklar ve kadınlar esir alınarak  yerlerinden sürüldüler.Türkçe yazılmış kitap ve belge, ne bulurlarsa yaktılar. Geçmişe ait ne varsa sistematik olarak yok edildi. İslâmın evrensel, insanî ilkeleri, Araplaştırma yolunda kötüye kullanıldı.

                İslâmiyet’in, Türk kültüründe çok önemli etkileri olduğu şüphesizdir. Türklerde din değiştirme ilk defa olarak görülmüyordu. Bazı  Türk kavim ve boyları, Müslümanlıktan önce   putperest, Şamanist,  Yahudi, Natüralist, Maniheizm  gibi din ve mezhepleri benimsemişlerdi. Din ve mezhep değiştirmeleri Türklerde  ulusal kültürün en güçlü aracı olan dilin dine üstün tutulmasını,  tüm zorlamalara rağmen, önleyememiştir.  Maniheizm’ seçen bir kısım Uygur Türkleri  Türkçe konuşmaya sürdürdüler. Türk Yahudileri  Hibro alfabesi ile ibadetlerini Türkçe yapmaya devam etmişlerdir. Gagavuzlar Türkçe konuşmaktadır. İran’da, Azerbaycan’da, Afganistan’da Şii Türkler Türkçe konuşmaktadırlar. (danışmaktadırlar)   Azerbaycan hariç,  diğer ülkelerde yaşayan Türkler,  yazı dili olarak Latin alfabesini  kullanamamaktadır.

                Şimdi  gelelim Anadolu’ya.  Anadolu’da konuşulmuş olan en eski dil Hitit dilidir. Hititlerin Ari veya Turan diyarından geldikleri konusunda görüşler vardır. (Turan sözcüğü,Farsça olup, İran’ın doğusunu, herhangi bir sınır belirlemeden kullanılan  coğrafi bölgenin adıdır.) Hitit dili, Türkçe gibi   ”agglutiné  (bitiştirilmiş-  önek, sonek alma) bir dildir.Hititlerden sonra Anadolu, batıdan ve doğudan çeşitli göç dalgalarına maruz kaldı. (Günümüzde de durum aynı!)   Persler, Helenler, Büyük İskender ve Romalılar. Bu durumda, Anadolu’da esas olarak Halence  hakim dil durumuna geldi.  Doğu’da ise Urartu dili konuşuluyordu.

                Anadolu’ya Türklerin  ilk gelip yerleşmeleri  VI. yüzyıl başlarına rastlar. Bizans imparatorları  çeşitli maksatlarla, Balkanlarda bulunan, Bulgar Türklerinden bir kısmını Trabzon dolayları ile Çoruh ve Yukarı Fırat taraflarına yerleştirmişlerdir.  Benzer şekilde, VII. yüzyıl başlarında Avarlardan önemli bir kısım Doğu Anadolu’da Sasanilere karşı iskân edildiler Hazar,  Fergana  Türklerinin  946 yılında, Peçenek Türklerinin ise XI. yüzyıl başlarında Anadolu’ya getirildikleri tarih kayıtlarına girmiştir.              Öte yandan, Abbasi halifeleri de, Semerkant dolaylarından getirdikleri Türkleri, Tarsus, Misis (Osmaniye) Adana, Maraş, Ahlat taraflarında yerleştirdiler. Görünürde bunlar, Bizans karşısında  halife hizmetinde ve beylikler olarak, bir nevi muhtar birimler olarak örgütlenmişlerdi.

                 Malazgirt zaferinden çok önceden önce Anadolu’ya gelmiş olan Türk toplulukları Türk dilini de beraberlerinde getirmişlerdi. Bunların bazıları Müslüman olmadıkları halde Türkçe konuşmaktaydı, 1326 yılına Bursa fethedildiğinde, Orhan Gazi ve maiyeti, burada yaşayan Hıristiyan Türklerin mevcudiyetini öğrendiklerinde  büyük şaşkınlık yaşamışlardı.

                                               Osmanlı Döneminden  Önce Anadolu’da Türkçe

            Anadolu’nun büyük bir bölümü, Müslüman Türkler tarafından 1071 zaferi ile  fethedildi. Ancak Türklerin, kafileler halinde gelip yerleşmeleri yıllar aldı ve pek de   kolay olmadı. Bizanslılarla ve 1096-1176 yılları arasında Haçlılarla mücadele edildi. . Bu sıralarda,  Büyük Selçuklu devletinden ayrılmaya da  çalışılıyordu.   1192-1308 yılları arasında  ise ayrıca,  Moğol istilaları ile başa çıkılmaya çalışıldı..  Kısaca, Anadolu Selçukluları  büyük  gailelerle uğraştı.

                Selçuklular,  Anadolu’nun  görüntüsüne yeni bir veçhe kattılar. Gelen Türk boyları yerleşme amacıyla yola çıkmışlardı;  nitekim Anadolu’da kalıcı oldular.  Bazı kaynaklara göre, iki asır içinde Anadolu’ya bir milyon Türk gelip yerleşti. Bunların hepsi  göçebe Türkler değildi. Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanı, İran’a, Kafkasya’ya  gelen ve oralarda toprağa bağlı ve çiftçilikle geçinen Türkler de, vatan olarak Anadolu’ya gelerek yerleştiler. Yörelerine, özellikle coğrafî alanda,  dağ, ova, orman ilah.. bildikleri, tanıklık ettikleri doğa olayları ile ilgili isimler  koydular: Afşar, Akkoyunlu, Alpagut, Kınık, Kıpçak, Bozdoğan gibi. Yeni köyler kurup yerleştiler. Nüfus arttıkça kentlere de göç başladı. İlk zamanlar kentlere gidenlerin sayısı fazla değildi. Ancak zamanla buralarda da Türk  nüfusu arttı.

                Kentlerde yaşayan yerli halk, etrafları Türklerle çevrilince, özellikle, başta ticaret erbabı olmak üzere  birçok çıkar  erbabı, Türkçeyi öğrenmeye başladı. Türkçe yaygınlaşıyordu. Türk  halkının  üzerinde Farsça ve Arapçanın  bunaltıcı etkileri henüz tam olarak çöreklenmemişti. Yaşamlarında sadelik, yönetimde adalet, dinî konularda hoşgörü vardı. Yerel halklarla büyük sorunlar yaşanmadı.

                Ancak, Türkçe yapısında bir aksaklık da vardı. Bu aksaklık uzun süredir giderilemiyordu: şive denilen söyleyiş biçimi. Sözcüklerin söylenişi obadan obaya, boydan boya  değişiyordu. Bu hal, Anadolu’ya da taşındı. Yerli halk da bulunduğu bölgenin konuşma şivesini kaptı.

                Türkçe, başkentte ve yönetim merkezinde ikinci planda kaldı. Selçuk sarayı, kapılarını Türkçeye kapadı. Büyük Selçukluların uygulamalarının izini takip etti. Farsça ve Arapça devletin dili imiş gibi davrandılar.

                Türkler silah zoruyla Müslüman oldukları için, Kur’an etkisi  ile de ve yine cebren,  dile,  Arapça sözcükler girmeye başladı. İran içlerine doğru ilerleyen Türkler  orada devlet kurup yerleşmeye başlayınca,  onların  kültüründen de geniş ölçüde etkilendiler. Dilimiz ve edebiyatımız adeta onlara tabi oldu. İlk önceleri İran ile batıdan komşuyduk. Anadolu’ya geçince komşuluk doğuya kaydı.

                Müslümanlık, sadece bir inanç doktrini değildi, aynı zamanda sosyal bir düzen ve bir devlet sistemi idi.                                              Araplar, Müslümanlıktan önce, Arabistan  çöllerinde yaşayan, göçebe topluluklardı; göze batan  ne  uygarlıkları ne de  devletleri vardı. Müslümanlık ile Emevî ve Abbasi devletleri kuruldu. Onlar için din ve devlet eş anlamlı kavramlardı.  Türkler ve İranlılar için ise durum farklıydı.    Türkler için durum şöyle idi: tarihte Türkler belirli, sabit bir coğrafyada değil, değişik bölgelerde yerleşip devletler kurdular.  Türk toplumunun tümünü  kapsayan tek  bir Türk devleti meydana getirilemedi.  Bütün Türklerin birlikte kabul edip sürdürdükleri Türk dini ve mezhebi de olmadı. Örneğin, X. yüzyılda Türklerin üç kez din değiştirdikleri görüldü. Hıristiyan Gagavuzlar, Yahudi, Karayımlar, Maniheis Uygurlar gibi. Türkler için esas olan devlet kavramı ve töreleri idi.  Kültür ve din kavramları da devlet kavramı içinde idi. Kültür denince dil konusu ortaya çıkıyor. Türk halkı,  dilini terk etmiyordu.

                İran’a gelince,  İran tarihi sabit bir anavatan ekseni etrafında gelişmişti. Müslümanlığı kabul ettikleri zaman, arkalarında, yüzyılların birikimiyle Pers imparatorluğunun tüm müesseseleri, kültürü mevcuttu.    Bu nedenle, kültürü ile  buna sıkı sıkıya bağlı bir   devlet görüşü oluşmuştu. Bu anlayış  ulusaldı. Müslümanlığa geçiş sırasında İranlılar, Arapların devlet anlayışını da kendi kültürleri açısından anlamlaştırıp yaşatmaya başladılar. Bir başka deyişle,  Müslümanlığa  kendi anlayışlarını getiriler.   Şii İran’a bu açıdan  da bakmak gerekir.

                XI. yüzyılda, Türklerin Araplaştırılması karşısında, bir karşı çıkış  olarak Kâşgarlı Mahmut’un  ”Divanu Lugati’t Türk” eserini görüyoruz.  Anadolu’nun  fetih  yıllarında kaleme aldığı yapıtında Kâşgarlı Mahmut, Türklerin ve Türkçenin Araplara ve Arapçaya üstün olduğunu ispatlamayı hedefledi.

                Yukarıda da değinildiği gibi, Anadolu Selçukları  saraylarında  kendi öz  dillerini değil,  Farsçayı tercih ettiler. Sultanlar, adlarını bile, geleneklerini bir yana koyarak, Farsçadan seçtiler. Üst  yönetimin  bu tutumu haliyle, saray gölgesinde yaşayan o zamanın, okur yazarları ile bilginlerini  de etkiledi.  Türkçe görmezlikten  gelindi. Mevlâna’nın da bu devirde yaşadığını hatırlayalım.

                                                     Osmanlı  Döneminde  Türkçe  (1300-1839)

                XIV. yüzyıl başlarındaki  Anadolu’yu hatırlayalım. Çeşitli Türk beylikleri ve kavimleri.Kayı Aşireti, Osmanlı Devleti, Bursa’nın, Edirne’nin, Rumeli’nin ve nihayetinde İstanbul’un fethi. Doğu Roma İmparatorluğu’nun  mirasına konmuş  ve Anadolu’da birliği sağlamış yeni bir imparatorluk. Özellikle Türk beyliklerinin devlete katılmasıyla Türkler çoğunlukta,  kültürel yönden  ve Türk dilinin gücünün ve etkilerinin  yaygınlaştırılması ve arttırılması  yönünde önemli bir adım. Bu arada, devşirme yoluyla  yeniçeri ocağına alınan  Hıristiyan çocuklara  Türkçe öğretilmesi. Ayrıca, Balkanlardaki halkların  bazılarının de Türkçe öğrenmeleri. Bunlar, konuşma diline dayanan Türk Halk Edebiyatının yayılması ve gelişmesine vesile oluyor. Türkçe, doğal olarak kendiliğinden yayılıyor.

                İstanbul’un başkent olması ile,  ilk olarak, kente Türk nüfus getirilme yoluna gidildi.  Çeşitli sanatlarla uğraşanlardan,  istekli olanların başkente  gönderilmesi  yolunda illere  talimat gönderildi. Bundan sonuç alınamayınca, zengin ve iş sahibi her zümreden Türklerin, aileleri ile  birlikte  derhal İstanbul’a gönderilmeleri emredildi. İstanbul’un, kültür merkezi olması için çalışıldı.

                Ardından medreseler de açılmaya başladı. Sultan Mehmet, kendi adını taşıyan sekiz medrese kurdu.  Bunlara. Sahnı Seman adı verildi (Sekiz medrese anlamında)  Medreselerde, ilk  zamanlarından itibaren  eğitim sadece Arapça idi. Din ve ilim dili olarak Arapça seçilmişti!  Medreselerin dilimiz üzerindeki etkileri konusunda, Osman Nuri Ergin, ‘Türkiye Maarif Tarihi’ adlı kitabında şöyle yazıyor:

”… Fatih’ten II. Abdülhamit dönemine kadar geçen dört buçuk asırda medreselerin, Türklüğe ve ilim âlemine  ne hizmetleri ve faydaları olmuştur? Belli başlı hangi âlimleri  yetiştirmiştir? Bunlar arasında milletlerarası şöhreti haiz kimler vardır? Uzun uzun aramaya gerek yoktur, hiç kimseyi yetiştirmemiştir  demekle yetinmek  uygun olur.” Bu tespitin Cumhuriyetin kuruluşuna dek sürdüğünü de biliyoruz.”

                Medreselerde  kapılar Türkçeye ve diğer dillere kapalı olduğundan, Fatih Sultan  Mehmet, devletin ihtiyaç duyduğu  ve her alanda  görev alabilecek  yönetim ve sanat  elemanlarını yetiştirmek için, medreseler dışında, Saray içinde Enderun Okulunu açtı. Ancak bu okula sadece devşirme çocuklar alındı. Türkler bu okula sokulmadı! Enderun okulunda dersler Türkçe verildi.  Eğitim programında Farsça ve Arapça yanında, çeşitli bilim dalları da  yer alıyordu.

                Türkçe bir de, yeniçeri ocağına girebildi. Askerlik dili zaten oldum olası Türkçe idi.  Mevcut uygulamaya  dokunulmadı.

                Fatih  Sultan Mehmet, devletin buyruklarını Türkçe kaleme aldı. Kendi adını taşıyan kanunnameyi Türkçe yayınladı. Kanunname, herkes tarafından  kolay anlaşılsın diye sade bir dille kaleme alındı. Ağır,ağdalı sözcük ve terkipler kullanılmadı.

                Fatih zamanında,  Rumca sorunu ortaya çıktı. Rumlar, kendisini Bazileos olarak tanımakta gecikmediler. Padişah, fetihten sonra Ortodoks patriğine eski imtiyazlarını kullanabileceğini bildirmiş ve görevine devam etmesini istemişti. Patrik artık padişah himayesinde idi. Rumca rahat bir şekilde din ve ilim dili olarak  gelişebilecekti.  Zamanla Rumca diplomasi dili  oldu. Fenerli Rumlar tercüman olarak idarede yer almaya başladılar. Başkente gelen  batılı olağanüstü elçilerle görüşmeler Rum tercümanlar aracılığı ile gerçekleşir oldu.

                Osmanlı devleti,  XVI. yüzyılın başında çok genişledi. Yavuz Sultan Selim zamanında fetihler doğuda gerçekleşti. Önce İran’a karşı  Çaldıran,  sonra,  Memluklarla   Mercidabık  savaşları. Sonuncu savaş ile Suriye,Filistin  Mısır ve Arap yarımadası  imparatorluğa katıldı.

                İran seferi sırasında, Türkçe konuşan Şii mezhebine mensup binlerce   insanın öldürüldüğünü, binlerce Şii Türkün ise Hatay’a göç ettiğini   tarih kitapları yazmaktadır. Sürgüne giden Şii Türkler Arapçayı benimseyerek dinlerini korumuşlardır. Bu sefer sırasında birçok İranlı da Anadolu’ya gelmiş ve Farsçanın yayılmasında etkin olmuşlardır.

                 Arap yarımadasının, Suriye’nin, Filistin’in ve Mısır’ın, daha sonra Libya ve Tunus’un  imparatorluğa katılması , Türk kültürü  üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. İmparatorlukta  nüfus üstünlüğü Türklerden Araplara geçmiştir. Mısır’ın fethi ile  hilafet de Osmanlılara geçmiştir.  Halife unvanı da  alan Yavuz Sultan Selim,   İstanbul’a  dönerken, birkaç bin  ulemâ ve işe yarar addedilen birçok Arap ve Fellah   da başkente  getirilmiştir.  Bu suretle medreselerin kapıları bu defa Araplara  da açılmış oldu. Eskiden beri ilim dili olarak kabul edilen Arapça,  durumunu daha da güçlendirdi. Farsçanın  da, edebiyat dili sıfatı ile  değeri arttı.

                Sarayda ve başkentte  XVIII. yüzyıla kadar Türkçenin durumu ile pek ilgilenen olmadı. Bu dönemde  Avrupa,  din savaşlarını bir tarafa bırakarak aydınlık dönemine girmişti. Rusya’da Deli (!) Pedro modernleşme yolunda dev adımlar atıp, Kırım ve Kafkaslara doğru yola çıkmaya başlamıştı. Osmanlı orduları  ise bu devirde   tüm cephelerde peş peşe yenilgiler alıyordu; Avrupa’da toprak kayıpları başlamıştı.  (Viyana bozgunu, Karlofça, Pasarofça) Protokolde,   Avrupa kralları ve hükümdarları artık  Padişah ile aynı seviyeye gelmişti. Avrupa’nın büyük  gelişmeleri, kapalı Osmanlı toplumunda  bile  duyulmaya başlamıştı. Küfür karanlığı olarak görülen Avrupa’da, eğitim, bilim, sanat, ekonomi … alanlarında  gelişmeler yaşanmaktaydı. Bu gelişmeler, büyük ölçüde,  dillerin ulusallaşması ile sağlanmıştı.

                X. yüzyıla kadar Avrupa’da Latince hemen hemen tüm milletlerin ilim, edebiyat ve  din dili olmuştu. İncil sadece Latince idi.  Rönesans ve ardından Reform hareketleri geldi. Ulusal diller öne çıkmaya başladı. İncil, milletlerin kendi dillerine çevrildi Matbaanın icadı okuyucu sayısını bir anda adeta patlattı. Kiliseler, milletlere göre çoğaldı.  Ulusal dillere geçiş,  düşünceye giden yolların önünü açmıştı.

                Aynı şekilde Rusya da XVIII. yüzyılın başlarında, kimsenin hayal bile edemeyeceği reformlara tanıklık ediyordu. İlk reform dilde başladı. Halkı okutma için eğitime öncelik verildi. Matbaa kuruldu. İlim kitapları tercüme edildi. 1724 yılında, En önemlisi,  Batıda  olduğu gibi, Akademi açıldı.

                Avrupa’da devletler kendi dillerini geliştirirken, bir yandan da,  siyasî ve ekonomik nedenlerle,  Türkçeye de önem vermeye başladılar. Fransa’da, 1669 yılında, Paris’te, ‘Institut National des Langues et Civilisations Orientales’ı’ (şark Dilleri ve Medeniyetleri Milli Enstitüsü) kuruldu.  Ardından,  asrın sonuna doğru, her üç yılda bir, 6 ile 9 yaşlarındaki çocuklar, Türkçe öğrenmek üzere İstanbul’a, Katolik papazların yanına gönderilmeye başlandı. Bu cümleden olarak, Antoine Galland’ın  muazzam ”Les Mille et Nuits”   (Bin bir Gece Masalları) eserini ,Kral XIV: Louis’nin baş bahçıvanı Joseph de Tournefort’un ”Voyage d’un Botaniste”,(Bir Botanist’in Gezisi)  J. Tavernier’nin ” Les Six Voyages en Turquie et en Perse” Türkiye ve İran”a  Altı Seyahat) kitaplarını  örnek olarak veriyorum.  Türkçe öğrenerek yurtlarına dönen gençler, ilerde,  Fransa’nın Osmanlı devletindeki temsilciliklerinde elçi,  tercüman gibi hizmetlerde bulunacaklardı.

                Fransa’nın Türk diline karşı duyduğu bu ilgi kısa zamanda diğer ülkelerin de dikkatini çekti ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, İngiltere, Hollanda, İsveç ve hatta Rusya bile, Türkçe öğretebilmek için okullar açtılar.

                XVIII. yüzyıla kadar Osmanlı idaresi, Avrupa ile temasa hiç gerek duymamıştı. Dünyada olup bitenleri izlemiyordu. Kendisini kafirlerden üstün görüyordu.  1440 yılından beri faaliyette  olan matbaayı  es geçmişti. Bilimde ve teknikte ortaya konulan buluşlara,  yeniliklere duyarsız kalmıştı. Batı dillerinin Türkler  ve Müslümanlar arasında öğrenilmesine izin vermemişti. Pasarofça Anlaşmasından sonra, Lâle Devrinde ilk kez olarak Fransa’ya olağanüstü elçi gönderilmesine karar verildi.

                Avrupa’ya ilk defa gönderilen ilk  Osmanlı Olağanüstü Elçisi  Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin , Marsilya’da karaya çıkışı büyük olay oldu. O andan itibaren, geri dönüşüne kadar,fevkalade ağırlandı ve itibar gördü. Dönüşünde kaleme aldığı  Sefaretnamesinde gördüklerini rapor etti. Saraylar, opera, tiyatrolar, rasathane, parklar, bazı kuruluşlar … ilah hakkında bilgiler verdi.  Rapor ettikleri arasında matbaa hakkında bilgi bulunmuyordu.

                İstanbul’da ilk  Türk matbaası 1727 yılında İbrahim Müteferrika tarafından kuruldu. Macar asıllı İbrahim Müteferrika, Türklere esir düşmeden önce babasıyla Paris’i ziyaret etmişti ve orada en dikkatini çeken  matbaa olmuştu.  İmparatorlukta azınlık matbaaları çoktan  faaliyette idi. Filhakika, Yahudiler, İspanya’dan geldiklerinde, Arapça ve Türkçe basım yapmamak kaydıyla  kendi ve batı dillerinde  kitap basma izinlerini 1494 yılında almışlardı. Ermeni cemaati 1567 yılında, Rumlar da 1627 yılında matbaalarına kavuşmuşlardı.

                Matbaanın faaliyete geçmesi hiç de kolay olmadı. İlk önce medreselerin ve  ulemânın   aşılması gerekiyordu. Din adamları, kutsal kitap dışındaki yayınları, kazandıkları imtiyazlı duruma bir rakip olarak ve ekmek kapısının kapanması  şeklinde gördüler ve direndiler. Dinin korunması bahanesiyle halkı matbaaya karşı kışkırtmaya başladılar.  Sadrazam Damat İbrahim Paşa, İlmiye sınıfı ile pazarlık etti. Sonunda fetva alındı. Fetva ile, sözlük, mantık, astronomi konularında kitaplar için izin  çıktı.

                Ancak fetva ile mesele çözülmüş olmadı. Hangi dilde kitap basılacaktı? Türkçenin  ilim ve edebiyat dili olamayacağı kanaati yaygındı. Dilimizin  bu niteliklere sahip olmadığı ileri sürülüyordu. Bu nedenle, ilim ve edebiyat dili olarak kabul edilen Arapça, konuşma dili olarak da  seçilmeli idi. Saray da zaten çoğu kez Arapça ve Farsça  yazışmakta idi. İbrahim Müteferrika, ölümüne kadar geçen yirmi yılda 16 kitap basabildi. Bunlardan  ikisi sözlük, dokuz adedi tarih, üçü  coğrafya,  bir tanesi siyaset ve diğeri de bilim kitabıydı.

                Matbaanın faaliyete geçtiği dönemi hatırlayalım: Lâle Devri. Edebiyatımıza hakim dil Farsça. Büyük Şair Nedim kasideler yazıyor. Bazı şiirlerinde, moda olan kalıpları bir kenara bırakarak, Türkçeyi doğal bir anlayışla ve özenerek kullanıyor. Şair Nabi, İstanbul Türkçesine, vurgunluk düzeyinde hayrandır. Şair Osman Taib Efendi ise, sosyal konulara yüz çevirmiş  olan divan edebiyatının kapılarını aralıyor; şiirlerinde, ülkedeki pahalılıktan, ihmal ve sabotajlar sonucu çıkan yangınlardan söz ediyor; şehreminini ve ilgilileri bundan sorumlu tutarak  eleştirilere girişiyor. Burada, ilk kez olarak, Arapça ve Farsçaya karşı bir direnişe şahit olunuyor. Kendi haline terk edilmiş dilimiz  Türkçe edebiyatında yer almaya çalışıyor. Bu akım, medrese kapılarına çarpıp  duraksıyor. Patrona Halil isyanını ve bunun neden olduğu yıkıntıları  anımsayalım.

                Medrese Türkçenin ve Türk kültürünün en büyük düşmanı idi. Gerileme dönemine girmiş Devlet-i  Âliye’de  sübyan okullarında sadece Arapça ve din dersleri veriliyordu. Hayatta işe yarayacak bilgiler programda yer almıyordu. Türkçe dersleri müfredatta yoktu. Medreselerde öğretilen bilgiler yaşam ile değil, ölüm, ahret ve öteki dünya hakkındaydı. Devletin, işlerini görebilmek için, kendi bünyesinde, devşirme çocuklar için enderun okulu açtığına değinmiştim. XVIII. yüzyılda, fetih ve akınlar devri kapanmaya başlamıştı. Artık batıdan devşirme toplanamıyordu. Saray için  cariyeler Kafkaslardan, Yemen üzerinden  Afrika’dan  gelmeye başlamıştı. Enderun’a artık eleman temin edilemiyordu. Türk çocuklarını burada eğitip hizmete almak  kimsenin  aklına gelmiyordu..

                Lâle Devrini izleyen yıllarda,  devletin durumu daha da kötüye gitmeye başladı. Özellikle  1768-1774  yıllarındaki  Rus Harbi bir  yıkımdı.  Baltık’tan  yola çıkan Rus donanması, Cebeli Tarık’tan geçerek Ege’ye gelmiş, Çeşme limanında yatmakta olan donanmamızı, hemen hemen hiçbir kayıp vermeden yok etmişti. Donanmayla birlikte yedi bin levent de sulara gömülmüştü. Bu savaşta Ruslar otuz dokuz kişi kaybetmişti. Aynı savaşta,  Moldavya’da, Kartal ovasında, otuz bin kişilik Rus Ordusu, yüz seksen bin kişilik Osmanlı kuvvetlerini altı saat içinde dağıtmıştı. Bu koşullarda, başta askerî olmak üzere, idarede ve eğitimde   değişiklere gidilmesi   artık şart olmuştu.

                İlk olarak 1773 yılında,  Macar asıllı Baron de Tott ile Cezayirli Hasan Efendi   yönetiminde Deniz Harp Okulu (Mühendishane-i Bahrî  Hümayun) açıldı. Ordu gelenekleri gereği dersler Türkçe olacaktı. Baron de Tott Türkçe öğrenmişti. Dersler öğrencilere  Türkçe not ettiriliyordu. Okul programında  matematik, gemi  yapım ve seyir dersleri vardı.  Terim bulmada zorlanıldı. Bazı terimler İtalyanca ve Arapçadan alındı. Deniz Harp Okulu eğitimde  ve modernleşmede, batılılaşma yolundaki ilk  adım bu  oldu. Söz konusu kuruluş ne yazık ki  artık tarih  oldu. .

                Daha sonra, III. Selim devrinde, 1793 yılında (yine bir Avusturya ve  Rus yenilgisinden sonra) Kara Harp Okulu (Mühendishane-i Humayun) açıldı. Avusturya’dan uzmanlar getirildi.

                III. Selim ayrıca, yabancı ülkelerle temaslarda Rum ve Ermeni tercümanlara tabi kalmanın kusurlu olabileceğini de tespit etti.  Devlet-i Âlî’nin asırlardır  sürdürdüğü  inziva siyasetine son verme kararı aldı.    Batı ülkelerinde ikamet elçilikleri açıldı. İngiltere’ye gönderilen Agah Efendinin yanına, dil öğrenmeleri için  öğrenciler de katıldı. Paris’e de Halet Efendi gönderildi.

                II. Mahmut da, Türkçenin ilim durumu kazanması için çaba göstermiştir.  Vakâ-i Hayriyeden sonra bu yöndeki çabalarına hız vermiştir. Yeni ordu, zorunlu askerlik ile ulusal değer kazanıyordu. Ordunun ihtiyacı olan teknik ve bilgili  insanları yetiştirmek üzere, mevcut  olan askerî okullar yeniden düzenlendi.

                Başarılı bir eğitim  için, her  şeyden önce kitaplara ihtiyaç vardı. Bu konuda batılı kaynaklar devreye girmeliydi. Bu görevi  Hoca İshak Efendi üslendi. Hoca İshak Efendi Fransızca biliyordu. Aslen Yanya Yahudilerinden olan Hoca İshak Efendi, başta, zamanın büyük ilim adamlarından olan Etienne  Bézout’nun ”Cours de Mathématiques”  (Matematik Dersleri) kitabını  Türkçeye çevirerek Kara Harp  Okulunda dersler verdi. Ayrıca, yabancı kaynaklara dayanarak, birçok konuda eser yazdı ve bu kitaplar yıllarca Harp Okulunda  derslerde kullanıldı.

                II. Mahmut döneminde ayrıca  ilk resmî gazete yayına girdi, (Takvim-i Vekai)  ilk öğrenim zorunlu kılındı. Tıp okulu açıldı. (Mekteb-l Tıbbiyeyi Şahane) Okulların yeniliklerden haberdar olabilmeleri için , batı dillerinden  çeviriler yapmak üzere tercüme bürosu kurulması kararlaştırıldı.   Türkçenin anlaşılır şekilde sadeleştirilmesine dikkat edildi.

                               Genç  Osmanlılar ve I. Meşrutiyet Devrinde Türkçe  (1839-1918)

                Gülhane Hattı Hümayunu’nun ortaya koyduğu ilkeler arasında,   eğitim, dil ve edebiyat ile ilgili bir kayıt yoktu.  Ancak, ırk ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin  yeni bir yaşam ve toplum düzeni  öngörülmekteydi. Osmanlı toplumunu düzlüğe çıkaracak araçlar, eğitim ve ulusal dil idi.  Bu nedenle Türkçenin ilim dili olmasına direnen Arapça ve Farsçaya karşı tepkiler artmaya başladı. Sizlere burada, zaman içinde, Türkçeyi  ve   Türk kültürünü  toplumumuza tekrar kazandırabilmek için  uğraş veren Osmanlı aydınlarından bahsedeceğim.  Başka bir ifade ile,  bin üç yüz yıldır  Arapça ve Farsçayı toplumumuz için  vazgeçilmez  addedenlerin, esasen çok iyi bildiğiniz   ve hiç değişmeyen görüşlerini özetleyen, II. Mahmut’un, şehzade iken,  kendisine ders veren hocasının ifadeleri ile bir diğer  örneği vermekle yetineceğim.

                ”… ilimden murat şeriat ilimleridir. Şeriat ilimleri de tefsir ye hadis ye şerif ve akaid ilmidir. Ahirette selamet, bu ilimlerde, fakihlerin  yazdığı üzere hareket etmekle olur. Dünyanın her şeyi fânidir, nihayet bulur, ama ahiretin her şeyi ebedîdir son bulmaz” Bir diğer ilmî telkin de ” … nâfi olan ilim Kur’an, hadis ve fıkıhtır, sairi bir şugl-i bî  mânâdur etme heves, ilim odur anda ola kâl-Allah ve kâleresul , sairi vesâvis-i şeytandır sana bu pend bes”  İşte bu değişmeyen düşüncelere karşı aydınlar ortaya atılarak dilimizi savunmaya çalıştılar.  Mücadele bu  inanç ve görüşlere karşı yapıldı.

                Tanzimat Fermanı  birlikte  toplumu temsilen Genç Osmanlılar ortaya çıktı. Divan edebiyatı yerine, toplum, onun sorunları, doğa, dünya ile ilgili konular ele alınmaya başladı. Halkın yaşantısı, çektiği acılar, yazarların konuları olmaya başladı. Kullanılan dil de, halkın anlayabileceği şekilde Türkçe olacaktı.   Şinasi, Ziya Paşa, Ali Suavi, Namık Kemal, Mustafa Celalettin Paşa, Cevdet Paşa, Lastik Sait, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Rıza  bu akımın öncülerindendir. Ziya Paşa’ya göre, Divan edebiyatının dili  ve örnekleri Türk değildir. Gerçek Türk dili İstanbul’da ve taşrada halk arasında yaşamaktadır.

                Ali Suavî, Türkçeyi  savunanların  en başında gelir. O’na göre, Lisanî Osmanî siyasi bir deyimdir. Osmanlı sözcüğü dilin ne olduğunu anlatmaz,  deyim yanlıştır, doğrusu Lisanî Türkîdir. (Türk Dili) Tam bir halk adamı. Konuştuğu gibi yazıyordu. Arapça ve Farsça  sözcükleri kullanmazdı. Dilimizin yoluna konulmasını savunurdu. Birkaç örnek vereyim: ” aşı sözcüğünü hepimiz anlıyoruz. Bunun yerine telkih  de ne oluyor? ‘Yoksa’ diye yazmak varken ‘yohksa’ yazılıyor, ‘akşam’ yazsınlar, ‘ahşam’ değil. Milletimizi maariften habersiz bırakan bu gibi şeyler değil midir”. Ali Suavi Türkçe yazılardan Arapça ve Farsça kurallarının ve tamlamalarının   kaldırılmasını, kısa cümleler kullanılmasını, ezanın, hutbelerin ve namaz sûrelerinin Türkçeleştirilmesini de önerdi. Adı geçenin  bir yıla yakın, Lisemizin Müdürlüğünü de yaptığını kaydedelim. Maalesef genç yaşında katledilmiştir.

                Namık Kemal de Türkçe dili ve edebiyatı üzerine  fikir yürütmüştür.   Sözün, düşünceleri anlatmak için  bir araç olduğunu, düşünce içermeyen sözlerin işe yaramadığını söyler. Tıp okullarında Fransızca ve Almanca dersler verilmesinden yana değildir. Nedeni, öğrencilerin yabancı dili iyi bilmemeleri ve Türkçede birçok terimin karşılığı olmamasıdır. Bu arada Latin  harflerini Arap harflerine tercih  de etmemektedir. Dönemin,   toplumun ilgisini çeken   olayları hakkında eserler vermiştir.  Özgürlük ve vatan şairi olarak hatırladığımızı anımsayalım.

                Genç Osmanlılardan Mustafa Celalettin Paşa, Türk Tarihi ile ilgili kitap yazmış ve bu kitabında Türkçeye  geniş yer vermiştir. 1869 yıllında İstanbul’da ”Les Turcs Anciens et Modernes” (Geçmişteki ve Çağdaş Türkler) eseri yayınlanmıştır.

                Genç Osmanlılardan Cevdet Paşa’nın da  Türkçeye büyük katkıları olmuştur. 1848 yılında İlk Öğretmen Okulunu kurmuştur. (Darulmuallimin)  Mecelle, Encümen-i Dâniş (Akademi) O’nun eserleridir. İlk Öğretmen Okulunda, Türkçe derslere  çok ağırlık verilmiştir. Bu husus medreseciler  tarafından eleştiri konusu olmuştur. Gericiler,   öğretmenlerin Arapçadan zayıf kalacaklarını ileri sürmüşlerdi.  Bu gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan, Abdülaziz döneminde (1861-1876) açılan orta öğrenim okulları ile meslek ve teknik okullarda Arapça yine birinci esas dil olmaya  devam etmiştir. Yine bu devirde üniversite (Darülfünun) faaliyete geçti. Orada da dil sorunu yaşanacaktı.

                Lastik Sait, (1848-1921) Kemal Paşazade Sait. (yaz kış lastik ayakkabı giyermiş, bu nedenle lastik de  kendisine yapışmış) Gazeteci ve yazardı.  Çok iyi Arapça, Farsça, Almanca ve Fransızca bilirdi. Yazılarında yıllarca  Türk dilini savundu. İşte size,  ulus ile ilgili bir beyiti,

Arapça isteyen Urban’a gitsin,                                                                                                                                                                  Acemce isteyen İran’a gitsin                                                                                                                                                               Frengiler Frengistan’a gitsin                                                                                                                                                                             Ki biz Türküz bize Türkî gerekir.

                Bu alanda son olarak Ahmet Rıza’yı ele alalım.(1859-1930) Yazar ve siyaset adamı.Türkçe ile ilgili düşüncesi :  ‘..İran,  edebiyat diline sahip olduğu için Arap fetihlerine karşı direnmişti. Mısır’ın olgun bir dili olmadığından, Arap’a yenilmiş ve karışmıştı. Rumlar, bir zamanlar ezilip perişan olmuşken, yine dilleri sayesinde yeniden bir Yunan devleti kurdular. Osmanlı devleti bir parçalanırsa Türk ulusu yok olup gider. ”

                                      Türkçenin Resmî Dil Oluşu ve Yaşananlar 

            II. Abdülhamit’in tahta çıkışı ile Kanunî Esasi çalışmalarına da başlandı. Meşrutiyet ilan edilmişti ve anayasa hazırlanacaktı. Çalışmalar  başlar başlamaz  ortaya yine dil sonunu çıktı. Bu kez, devlete parlamenter  bir şekil vermek  ve ırk,  mezhep farkı gözetmeksizin Osmanlı ulusu oluşturulması söz konusu idi. İmparatorluğun, dört bir yanından gelecek  temsilciler hangi dilde konuşup kanunlar çıkaracaklardı?  Anayasanın 18. maddesine,  Osmanlı Devletinin resmî dilinin Türkçe olduğu ve devlet hizmetine gireceklerin bu dili bilmesi hükmü konuldu. Türkçe böylece  ilk kez devletin resmî dili olmuştu.

                Meclisin ilk toplantısında,  Türkçe ile ilgili  olarak, o zamana kadar üzerinde hiç durulmamış bir sorun ortaya çıktı.  Temsilciler,  geldikleri yöre ağzı ile Türkçe  konuşuyorlardı.  Bölgelere göre lehçeler değişmekte idi. Not tutanlar yazı yazamaz oldular. Ahmet Mithat Efendi, zabıt tutmakla ve söylenenleri yazı diline çevirmekle görevlendirildi. Kolay bir iş değildi. Bir gün, Meclis çalışmaları sırasında stresten düşüp bayıldı. Çalışmalara  bir gün ara verildi.  Temsilciler, ilk kez  Türkçenin bu denli değişik biçimlerde  ifade edildiğini görmekle şaşkına döndüler. Bu arada, İstanbul halkı, başka yöre ve illerden gelen   temsilcilerin  Türkçeleriyle dalga geçmeye başladı. Temsilciler de İstanbulluların Türkçesiyle alay ettiler.  Bu durum, Türkçeye çeki düzen verilmesi yolunda ilgililerin dikkatini çekti ve bu yöndeki çabalar hızlandırıldı.  Fakat, kısa süre sonra  Meclis kapatıldı ve çeşitli konulardaki fikir hayatı da sekteye uğradı.  II. Abdülhamid’ın istibdat dönemine geçildi.  Ancak, Sarayın sansürü dil konusunu kapsamadığı için  çalışmalar    devam edebildi.Tartışmalar ise kısa sürede yoğunlaştı. Dil tartışmalarını, resmî yazışma dilinin sadeleştirilmesi,  alfabenin düzenlenmesi,  Türkçenin, Arapça ve Farsçadan arındırılarak  benliğine kavuşturulması. Burada bir parantez açarak  Padişah II. Abdülhamid’in dil konusundaki görüşüne yer vereyim: ”Arapça güzel lisandır, keşke eskiden resmî dil kabul  olunsa idi. Hayreddin Paşa’nın sadrazamlığı zamanında Arapçanın resmî dil olmasını ben teklif ettim. O zaman Sait Paşa başkatip idi, direndi. Sonra  Türklük kalmaz dedi. O boş laf idi. Neden kalmasın? Aksine Araplarla daha sıkı bağlantı olurdu”

                Resmî yazışma dili gerçekten karışıktı. Halk, kanun  metinlerinden, tüzüklerden, yönetmeliklerden, resmî  bildirilerden  anlam çıkaramıyordu. Ticarî belgeler, mahkeme kararları  anlaşılmıyordu.. Yazışmalar,  sanki, halk ve ilgili kişiler için değil,    katipler ve onların üst makamları içindi. Oysa Türkçe çıkmaya başlayan günlük gazeteler hatırı sayılır okuyucu kitlesine kavuşmuşlardı. Bunda, Ali, Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Namık Kemal, Şinasi gibi yazarların büyük katkıları  olmuştu.

                Alfabe ile harflerin  dilimize uygun hale getirilmesi konusu da  çok çetin bir işti.  Evvela, kullanılan alfabe, başka bir deyişle yazılar Arap harfleriyle yazılıyordu.  Bu harfler, Kur’an harfleri idi. Kur’an harfleri değiştirilemezdi.  Oysa  bu harflerden Araplar bile memnun değildiler. İlk kaleme alınan  ayetler  kufî  yazı ile yazılmıştı.  Günümüzde kullanılan Arap harfleri  ise üç yüz yıl sonra, kabul edilmişti. Kur’an da bu harflerle yazılır olmuştu. O zaman yazının değiştirilmesinde sakınca görülmemişti. Bu konu sonuçlandırılamadı.  Vatandaşlarının, büyük bir kısmının Araplardan oluşması,  tutucuların  her fırsatta  dinimizi ve kitabımızı öne sürmeleri  ve baskıları sonucu çalışmalar   akim kaldı.

                                                                              II.MEŞRUTİYET DÖNEMİ

                Bu dönem, özelikle siyasî alanda  ulus kavramının geliştiği bir zamandır. I. Meşrutiyet, yeni kabul edilen anayasa düzeni doğrultusunda,  ulusalcılığı değil ümmetçiliği, yani Osmanlı olmayı hedeflemekteydi.   Oysa,  imparatorluklardaki azınlık   grupları, 1839 ve 1856 reform fermanlarını, , milliyetçilik olarak anlayıp ona göre gelecek planları yapmakta idiler ve bu yönde faaliyetlerini sürdürmekteydiler.  Esasen II. Meşrutiyet  dönemi de,  iç ve dış gaileler yüzünden kısa  zamanda rafa kaldırıldı.

                II. Meşrutiyetin ilanı üzerine Türk dili ile ilgili çalışmalar hız kazandı. Bu dönemde daha fazla okur yazar ve eğitimli, yurt dışında yetişmiş,   başka dilleri de bilen, yeni bir nesil işi ele alıyordu. Özellikle yurt dışında eğitim alanlar ulusçuluk akımlarının da farkındaydılar. Özetle,  bu nesil, dilin, ulus ile sıkı ilişkisi olduğunun bilincindeydi.

                II. Meşrutiyet’in ilk zamanlarında , Bosna-Hersek’in elden çıkışı, Müslüman olarak bildiğimiz Arnavutluk ve Yemen’deki isyanlar,  Türk aydınlarını, Osmanlı milleti yaratma çabalarının başarıya  ulaşabileceği konusunda  kuşkuya düşürdü. Ayrıca, bu sıralarda, büyük devletlerin,  kapitülasyon ve sömürü  düzeni yanında  imparatorluktan büyük toprak parçaları   kapma niyetleri,   bizde de milliyetçi duyguların  uyanmasını sağladı. 1907, Reval’de (Talinn)  İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı  II. Nikolay’ın buluşması İstanbul’da, imparatorluğun bölüşülmesi için atılan bir adım olarak  telakki edildi.

                Bu dönemde, anayasa hükmünden de yararlanarak, ilkokullarda Türkçe nihayet zorunlu  dil oldu. Türk olmayan topluluklar, çoğunlukta bulundukları yerlerde Türkçe yanında kendi dillerini de okutacaklardı. Ortaokullarda ise Türkçe zorunlu ders olmaya devam edecek, bölge dili ise seçimli ders olacaktı.

                İlköğretimde Türkçenin zorunlu dil olmasına,  Hıristiyan azınlıklar gibi Araplar da itiraz ettiler. Uygulamayı Türkleştirme siyaseti olarak gördüler. Bu karara en büyük muhalefet,  tutucular,  din adamları ve   Meclis üyelerinden geldi.  İşte örnek: Kütahya mebusu Abdullah Azmi’nin Meclisteki  konuşması: ”ilkokullarda Türk dilini okutmaktan ziyade, Kur’an okutmak çok daha iyidir, çünkü o yaşta Kur’an okutulmazsa çocuklar büyüdükten sonra Kur’an öğrenemezler. Şu da var ki, bugün birçok okulumuzda cami yoktur. Cami yapılacak yerlere tiyatro sahnesi yapılmıştır.”

                Ortaya çıkan sosyal ve siyasî durum karşısında Türkçeciler örgütlenme gereği duydular ve ‘Türk Derneği’ni kurdular.  Kurucular arasında, Ahmet Mithat Efendi, Velet Çelebi, Necip Asım, M. Emin Yurdakul, Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Fuat Rauf. Hüseyin Cahit de bulunuyordu.  Dernek,Türk dilini savunanlar,  ilk kez bir çatı halinde bir araya  geliyordu. Bunlar arasında Rusya’dan kaçıp gelenler de vardı. Türk Derneğin amaçları  kısaca şöyle özetlenebilir:                                                                                                                                                                                                                                                                             – Osmanlı Türkçesini bütün Osmanlılar arasında konuşulan ulusal dil yapmak,                                                                                         – Arapça ve Farsça sözcüklerden yaygın olanları, bütün Osmanlılar tarafından da anlaşılması için  sade bir Osmanlı Türkçesine dönüştürmek,                                                                                                                                                                                                     – Türk kavimlerinin geçmişteki ve günümüz hallerini öğrenmeye çalışmak ve dünyaya yaymak,                                                            –  Türk halkları arasında Türk dili üzerinde derlemeler yapmak.

                Derneğin çalışmaları uzun ömürlü olamadı. Bu arada, Serveti Fünun  hareketi etrafında toplanmış olan tutucu yazarlar  da örgütlenip,  Edebiyatı Cedide grubunu oluşturdular. Başı, Halit Ziya çekiyordu. O’na göre dil, halkın seviyesine inmez, halkın irfan seviyesini yükseltmeye çalışırdı. Süleyman Nazif de ” avamdan kimi kimseleri memnun etmek için böyle davranılırsa ne olacak? Dilimizin tatlılığını ve kabiliyetini elimizle yok edeceğiz, bu hareket ile yedi yüz yıl geriye ve dört beş bin kilometre uzağa gideceğiz..” Bu konuda bir  de Ahmet Rasim’in şu anlamsız sözlerini  yazayım :  ”… her Arapça  söz yerine Türkçe bir sözcük koymak bizim için din, mezhep, iman, namus, cehd, (çalışma, çabalama oluplar) gayret, iffet, ismet gibi sıfatların tümünden vazgeçmedikçe  imkânsızdır…İstisna-i hayat, istihkar-ı mesaib,  müveddet-i hemcins,  himaye-i etfâl, himaye-i hayvanât,  meyl-i maâli,   hulüs-u vicdan, sıtk-ı kemal, hıfz-ı meslek,  fikret-i civanmerdane  terkiplerine  karşı   uygun veya yakın birer terkip bulmak kabil midir?

                Türkçe konusunda anlamsız tartışmalar sürüp giderken, Selanik’te devrim gibi bir hareket ortaya çıktı. ” Genç Kalemler” dergisi etrafında toplanan Ömer Seyfettin,Ali Canip, Ziya Gökalp  ve birçok  genç, büyük bir coşku ile Türk dilini sadeleştirmek için harekete geçtiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti, girişimi hararetle  destekledi.  1910 yılında önce Manastır’da bir araya gelen  gençler ”Genç Kalemler” adında dergi çıkarmaya başladılar ve kısa süre sonra dergi yayın hayatını Selanik’te sürdürmeye başladı. Dergide yayımlanan ”yeni lisan” başlıklı makalede, dilimiz ile ilgili şu hususlar ileri sürülmekteydi: dilimiz yalın, halkın konuştuğu ve anladığı dil olacaktır, Türkçenin kendi kurallarına uygun yazılacaktır, Arapça ve Farsça sözcüklerden kaçınılacaktır, İstanbul Türkçesi esas alınacak, konuşma dili ile birlik sağlanacak,   aruz vezni  yerine hece veznine ağırlık verilecektir. Abdülhak Hamit’in, şair-i a’zam olarak kabul edildiği bir zamanda, ‘genç kalemlerin girişimi  gerçekten devrimdi. Sonraları profesör unvanı  da almış  Fuat Köprülü, gençleri, ”çocuk ruhlu kimseler’ diye alaya almıştı. Bu tür  alay  ve eleştirilere karşı yenilikçiler ”bugün yürekleri Türklük duygularıyla çarpan genç nesil bu dili seviyor…Dilimiz birkaç yüz bin   imtiyazlı kişinin ”argosu” durumunda bırakılamaz, çünkü özgür bir ulus tutsak bir dile katlanamaz” şeklinde yanıt vermekteydi.

                Derken,  Balkan faciası yaşandı.  Misli görülmemiş bozgun ve kayıplar vardı. Rumeli elden çıkmıştı. Ordu merkezi  olan  Selanik, Üsküp ve Manastır hiçbir direniş gösterilmeden,  bu kentlerde yaşayan Türklerin  de rızalarıyla, düşmana  silah atmadan teslim olmuştu. Aydınlar, hezimetin nedenleri arasında ülkü noksanını  da gördüler.  Halide Edip ”memlekette ülkü olmadığı sürece istiklal yok” diye yazıyordu   Bazı yazarlar, okullarda, öğrencilere, dinden başka bir ülkü aşılanmadığından yakındılar. Buna karşılık,  ‘Volkan’ gazetesinde çıkan yazıya da  yer vereyim ”..bizim kavgamız toprak için değil. Nemize lazım toprak, memleketleri ister Rusya, ister başka bir millet alsın  yeter ki bizim dinimize dokunulmasın”!!!

                                Dünya Savaşı, Türkçe  tartışmalarını ve Türk dilini, bu ortamda buldu. Savaştan kısa bir süre önce, Ordu, Balkan faciasının   etkilerini de göz önünde bulundurarak, Türkçeye önem vererek,  mevcut alfabede  önemli değişikliklere  gitti.   Amaç, her aşamada askere verilecek emirlerin açık, kısa ve anlaşılır olmasıydı. Alfabe basit hale sokuldu. Bu çaba çok yararlı sonuçlar verdi.

                Cumhuriyetimiz ile,   Atatürk sayesinde, Türkçe ve alfabemiz  bu günleri görmüş oldu. (Alıntı-Önder Alaybeyi)

Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Davut Güleç Panel İletişim Sağ Menü
Davut Güleç Logo Ana Sayfa Davut Güleç Kimdir? Galeri Köşe Yazıları Site Haritası