Politika

Ümit Özdağ: Herhalde yakında dışarıda hiçbir CHP’li belediye başkanı kalmayacak

Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, hukuksuz tutukluluğu sonrası ilk basın açıklamasını yaptı. ‘Herhalde, yakında dışarıda hiçbir Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanı kalmayacak’ diyen Özdağ, kendisi ve güncel konularda şunları söyledi.

Bugün yapacağım basın toplantısı metnini dün gece saat yirmi dört sularında bitirdim. Ancak Türkiye, güne yine sıkıyönetim dönemlerinde FETÖ’nün yürüttüğü Ergenekon dönemini hatırlatan bir Yeni Şafak operasyonuyla uyandı. Cumhuriyet Halk Partisi Antalya, Adana ve Adıyaman Büyükşehir Belediye Başkanları Sayın Zeyd Ankara, Sayın Muhittin Böcek ve Abdurrahman Tutdere gözaltına alındılar. Herhalde yakında dışarıda hiçbir Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanı kalmayacak.

AK Partili belediye başkanlarının yargıya iletilen dosyaları ise incelemeye alınmıyor. Uzun yıllar Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan ve kendi partisinin kurucuları, Genel Başkan Yardımcıları, Başbakan Yardımcıları tarafından yolsuzluk iddialarıyla kamuoyu önünde defalarca suçlanan Melih Gökçek’le ilgili Türkiye’de yargı tarafından bir soruşturma başlatılmadan herhangi bir belediye başkanıyla ilgili yapılacak soruşturmanın kamuoyu vicdanında karşılığı yoktur. Bu şekilde yapılan politikleşmiş ve düşman ceza hukuku uygulamalarıyla sürdürülen, tek parti yargısı algısı oluşturan uygulamalar, Türkiye’de hepimizin arzu ettiğini düşündüğüm ve Türkiye’nin ihtiyacı olan iç cepheyi güçlendirmeyecek; aksine iç cepheyi tahrip edecektir. Bu, demokrasinin askıya alınmasıdır.

Zafer Partisi olarak, bütün teşkilat, üye ve seçmenimizle düşman ceza hukuku uygulamalarına karşı kararlılıkla duracağımızın altını buradan, kamuoyu önünde bir kez daha çizmek istiyorum. Sözlerime Türk milletinin Muharrem yasını paylaşarak devam etmek istiyorum. Altını çizerek ifade ediyorum: Bugün Muharrem’in 10. günü, Aşure Günü, Kerbela’nın hüznü bütün Türk milletinin ortak hüznüdür.

Ama bir başka hüznü de birkaç gündür ülkemizin değişik yörelerinde çıkarılan orman yangınlarından dolayı yaşıyoruz. Ülkemiz adeta bir yangın saldırısı altında. 3 Temmuz gecesi Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, son bir hafta içinde 624 yangının çıktığını açıkladı. 4 Temmuz’da yeni yangınların çıkmasıyla bu 624 rakamının daha da arttığını gördük.

Yangınları söndürmek için büyük bir mücadele verildiğini ifade etti. Biz de görüyoruz. Allah, yangınları söndürmek için mücadele eden bütün görevlilerden ve yurttaşlarımızdan razı olsun. Yangınları söndürmek için mücadele ederken hayatını kaybeden kardeşimize de Allah rahmet eylesin.

Ancak bu yangınların tamamının elektrik tellerinin kopması, lehim makinesinden kıvılcım sıçramasıyla izah edilmesi mümkün değil. İzmir’in Karaburun, Menderes, Buca, Urla, Torbalı ve Ödemiş gibi dört bir yanında aynı gün, aynı saatlerde elektrik telleri kopacak veya anız yakılacak ve yangın çıkacak… Hiç kimse aklımızla alay etmesin.Keza Hatay’da önce Antakya’da, daha sonra İskenderun ve Dörtyol’da yangın çıktı. Gece ilerleyen saatlerde Dörtyol’da yangının çıkmasından bir iki dakika sonra, yangın bölgesinden bana gelen bir videoyu Emniyet Genel Müdürlüğü, Tarım ve Orman Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı’yla paylaştım. Yerel bir gazeteciden geldi. Gece olmasına rağmen, yangından çok uzak bir bölgede başka bir yangının nasıl çıkartıldığını gösteren bir videoydu bu.

Bundan sonraki süreçte Türk halkından hiçbir şeyin gizlenmemesi gerekir. PKK terör örgütünün türevi “Ateşin Çocukları” adlı terörist yapının geçtiğimiz yıllarda nasıl yangınlar çıkardığını biliyoruz. Zaten çıkardıkları yangınları da internette listeliyorlar. Mayıs 2025’e kadar “şurada şu yangını çıkarttık, burada bu yangını çıkarttık” diye açıkça yazmışlar.

Dün sabah Reuters Haber Ajansı, İngilizce yayınında, yangınların bir bölümünün “Ateşin Çocukları” adlı terör yapısı tarafından çıkarıldığına dair bir haber geçti. On saat sonra bu haber, ne olduysa, kaldırıldı. Ancak kayıtlarda mevcut, ekran görüntüleri alındı, basın farkına vardı.

Bu arada Enformasyon Başkanlığı da, İletişim Başkanlığı da, PKK’nın yangınları çıkardığına dair bir kanıt bulunmadığını ifade etti. Ama şaşırıyor muyuz? Kuzey Irak’ta on Türk askerine drone ile yapılan PKK saldırısı konusunda nasıl resmi bir karartma yapıldıysa, benzer bir karartmanın da şimdi bağrımızı yakan yangınlarda terör örgütünün oynadığı rolle ilgili yapılma ihtimalinin çok yüksek olduğunu görüyoruz. Ve gerçeklerin bir gün muhakkak ortaya çıkacağından eminiz.

Fakat yangınlarla da bitmiyor hüzünlerimiz.

Zeytinliklerimizin kesilerek maden arama ruhsatı verildiğini görüyoruz. Zeytin ağacı, zeytinyağı, zeytinin kendisi; bunlar gelecek nesillere devretmemiz gereken milli servetlerdir. Urfa’da üç bin yaşında bir zeytin ağacı bir anıt gibi durmaya ve yaşamaya devam ediyor. Bu milli servetimiz, gelecek nesillerin hakkı, birkaç maden şirketinin para kazanması için akıl dışı, vicdan dışı bir şekilde ortadan kaldırılıyor, kesiliyor. Elbet bir gün Türkiye’de hukuk devleti kurulduğunda, hukuk önünde bunun da hesabı sorulur.

Zeytin ağacını kesen zihniyet, iklim yasasını da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hiç tartışmadan kabul ediyor. İklim yasası, emperyalist bir projedir. 19. yüzyılın başından bu yana dünyanın dört bir yanını acımasızca sömüren, doğayı kirleten emperyalist ülkeler; şimdi Türkiye gibi ülkelerin üzerine büyük ekonomik yükler yükleyecek dayatmaları gündeme taşıyorlar. Ve ne yazık ki, Zafer Partisi’nin olmadığı bir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, aleyhinde ciddi bir karşı çıkış gerçekleşmeden, iklim yasası da kabul ediliyor.

Bugün bu salonda olan iki televizyon kanalı, birkaç gün içerisinde 10 gün süreyle yayınlarını durdurmak ve ekranlarını karartmak zorunda kalacaklar. Sözcü TV ve Halk TV’den bahsediyorum. Neden? Çünkü düşman ceza hukuku uygulamasıyla karşı karşıyalar.

Onların maruz kaldığı düşman ceza hukuku uygulamasına ben de maruz kaldım. 10 Haziran 2025’te, 149 gün süren tutukluluğun ardından, Silivri Cezaevi’nden duruşma sonrasında, 2 yıl 4 ay haksız ve hukuksuz bir ceza alarak tahliye edilince, ilk açıklamamda “Nerede kalmıştık?” demiştim. Şimdi, Zafer Partisi olarak nerede kaldıysak oradan, daha güçlü ve daha kararlı bir şekilde Türk milletinin zaferine doğru yürüyeceğiz.

Hafızaları tazelemek ve yaşananlar çerçevesinde Türkiye’ye hâkim olan düşman ceza hukuku iklimini izah etmek için olanları kısaca özetlemek istiyorum. PKK terör örgütü ile bir görüşme süreci iktidar tarafından başlatıldı. Biz de Zafer Partisi olarak, PKK terör örgütünün kayıtsız şartsız teslimi dışında hiçbir şekilde muhatap alınmaması gerektiğini vurguladık ve içine girilen sürecin bir pazarlık süreci olduğu düşüncesiyle eleştirilerimizi gündeme taşıdık. Bu çerçevede önce Karaman’da, sonra Antalya’da “Mehmetçik Katillerine Af Yok” mitinglerini gerçekleştirdik.

Ocak ayı olmasına ve hafta içi olmasına rağmen Karaman’daki miting büyük bir kalabalıkla gerçekleşti. Antalya’daki miting ise daha da artmış bir katılımla başarıldı. Antalya’da ayrıca Zafer Partisi İl Başkanları Çalıştayı’nda, Erdoğan’ın Mersin AK Parti İl Kongresi’nde Atatürk’e yaptığı eleştirilere Antalya’dan cevap verdim. Ertesi gün, Ankara’da saat 19.30 sularında bir arkadaşımla yemekte sohbet ettiğim sırada bulunduğum restoran, onlarca polis tarafından kuşatılarak gözaltına alındım. İstanbul’a derhal bir konvoyla sevk edildim. 150-190 kilometre hızla seyir hâlindeydik.

Bir kez sorma ihtiyacı hissettim: “Beni İstanbul’a ölü veya diri olarak sevk etme konusunda kararlısınız. Diri sevk etmenizi tercih ederim,” dedim. Vatan Caddesi’ne gittiğimizde, Emniyet Müdürlüğü’nde avukatlarımın benimle görüşmesine izin verilmedi. Bu hukuka aykırıydı. Avukatların görüşme hakkı vardı. Sonunda bir avukat, Kahraman Berk, içeriye alındı. Onunla görüştüm. Görüşmem sonrası gece saat 2 gibi, ertesi gün Çağlayan Adliyesi’ne götürüleceğim söylendi. Nerede kalacağımı sorduğumda bana otuz santim genişliğinde ve iki metre uzunluğundaki kalası gösterdiler.

Ben de polislere, “Abdullah Öcalan bu gece bundan daha konforlu bir yatakta yatıyor,” dedim. Genç polislerin yüzündeki utanç ifadesini gördüğümü belirtmek isterim. Ertesi gün saat 10’da savcılığa sevk edilecektim; ancak bu işlem 13.00’e ertelendi. Çünkü Cumhurbaşkanına hakaretten gözaltına alınmıştım ama bu suçtan tutuklanmam mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine, Kayseri Emniyet Müdürlüğü’nden sahte bir belge üretilmesi için başvuru yapılmıştı.

Stalin’in KGB şefi Beria’nın meşhur bir sözü vardır: “Sen bana adamı ver, ben ona suçu bulurum.” Yaşanan tam olarak buydu. Aynı saatlerde, ben İstanbul’da sorgudayken, Ankara’da Ankara Başsavcılığı’nda tek bir savcı ifademi almadan dokuz ayrı iddianame hazırlandı. Antalya’da yaptığım konuşma ve Kayseri’de yaşanan, soruşturması tamamlanmış olaylar nedeniyle ifadem alınmadan tutuklanmam istendi. Hakim de, “Tutuklanmasının önünde engel yoktur” diyerek karara yazdırdı ve beni tutukladı. Türkiye’de tutuklanmasının önünde engel olan tek kişiler milletvekilleridir. Yani bu zihniyetle 84 milyon kişiyi tutuklamak mümkündür. Gerçekte tutuklanmamın nedeni, benim ve Zafer Partisi’nin Öcalan ve PKK ile müzakerelere bilgiyle muhalefet etmemiz, bilgiyi halka aktarmamız, “Mehmetçik Katillerine Af Yok” mitingleriyle sokağa çıkmamız ve halkın artan desteğiydi. Türk halkı, ilk günden itibaren Ümit Özdağ’ın haksız yere tutuklandığını ve Öcalan için rehin alındığını gördü ve söyledi. Avukatların tepkisi ise tutuklanmam üzerine şöyleydi: “Bize artık bir şey sormayın. Bildiklerimizi unuttuk. Onların bir anlamı kalmadı.”

Çünkü artık yeni bir hukuk uygulanıyordu. Bu, “düşman ceza hukuku” idi. Nedir bu yeni hukuk? Bakın, Anayasa’nın 10. maddesi çok önemli bir maddedir. İlk üç madde kadar önemlidir. “Herkes; dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla görevlidir.”

Anayasa’nın 10. maddesi fiilen yürürlükten kaldırılmıştır. İktidara yakın olan yurttaşlarla muhalif yurttaşlar yasalar önünde eşit değildir. İktidarı eleştiren gazetecilerle, iktidara destek olan gazeteciler yasalar önünde eşit değildir. İsmail Saymaz, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve adını burada sayamadığım birçok gazeteci, Rasim Ozan Kütahyalı ve Cem Küçük ile yasalar önünde eşit değildir. Sözcü TV, Halk TV, Tele 1; iktidarı destekleyen televizyon kanallarıyla yasalar önünde eşit değildir. Çünkü bu insanlara ve bu kurumlara düşman ceza hukuku uygulanmaktadır.

Düşman ceza hukuku kavramı bir Alman ceza hukukçusundan kaynaklanır. Onun tanımında şöyle bir boyut vardır: Demokratik Batılı ülkelerde ceza hukuku normalde yurttaşları cezalandırmak için şekillendirilmiş bir hukuktur. Ancak terör örgütleriyle başa çıkmakta bu ceza hukuku etkili olmadığından, terör örgütlerine yönelik yeni bir ceza hukuku uygulaması gerekir, der. Fakat düşman ceza hukukunun bu tanımı dışında başka tanımları da vardır.

Alman işgal orduları, 1940–1944 arasında Fransa’da Fransız yurttaşlara düşman ceza hukuku uyguluyordu. Bir Alman için suç olmayan şey, bir Fransız için suçtu. Apartheid rejiminin uygulandığı Güney Afrika’da, beyazlarla siyahların uygulanan hukuku aynı değildi. 1960’a kadar ABD’nin güney eyaletlerinde siyahilere uygulanan hukuk, beyazlara uygulanan hukukla aynı değildi.

Bakın, o kadar aynı değildi ki; Amerikalı Johanna Trumpower adlı bir beyaz kadın, 1960’lı yıllarda sivil haklar — yani siyahilerin eşit haklara sahip olması sürecini — desteklediği için Amerikan yargısı tarafından “akli melekelerini kaybedip kaybetmediği” konusunun tespiti için hastaneye sevk edilmişti. Evet, şimdi bize, 2020’li yıllarda Türkiye’de muhalefete; Amerika’nın güney eyaletlerinde siyahilere yapılan düşman ceza hukuku uygulaması gerçekleştiriliyor. Anayasal ve yasal haklarımız kabul edilmiyor, askıya alınıyor. Anayasa Mahkemesi veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bir muhalifin lehine bir hukuki karar verirse, iktidar bu kararı uygulamayı reddediyor.

Bu anayasa, Türkiye’de hukuk sisteminin zirvesini oluşturan en üst normdur. Buna karşı çıkmak, anayasa hilafıdır. Anayasa Mahkemesi kararlarını beğenelim ya da beğenmeyelim; uygulamak zorunluluktur. Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamadığınızda, birileri de çıkıp aşağıda bir asliye hukuk veya ağır cezanın verdiği kararı tanımama eylemi içerisine girerse ne diyeceksiniz? Suç mu diyeceksiniz?

Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımamak suç değil mi? Bakın, çok somut iki örnek var. Birisi Türkiye İşçi Partisi Milletvekili Can Atalay. Can Atalay’la ilgili Anayasa Mahkemesi bir karar verdi ve bu tanınmadı. Türkiye’nin altına imza attığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve onun uygulayıcısı olan mahkeme de Osman Kavala’yla ilgili bir ihlal kararı verdi. O da tanınmadı. Aramızda, Zafer Partisi Genel İdare Kurulu’nda yer alan ceza hukuku doktoru Erçağ Metiner kardeşimiz var. Kendisi üniversitede öğretim üyesi. Doktora tezinin konusu: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ışığında koruma tedbirleri nedeniyle tazminat.”

Erça Metiner, gençliğinde Ülkü Ocakları Genel Merkez yöneticiliği yapmış bir isimdir. Gelmiş olduğu siyasi gelenek, Türk milliyetçiliği siyasi geleneğidir. Ve diyor ki: “Evet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Osman Kavala davasında adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine hükmetmiştir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir anlaşmaya imza koymuşsa, o anlaşmanın arkasında kadim Türk devlet geleneğinden dolayı durmak zorundadır. Türkiye, kadim bir devlet olarak kendi anayasasında belirlediği hükümleri yerine getirmezse, kendi kendisiyle çelişir. Bu da kabul edilemez.”

Bütün bu şartlar nasıl bir politik, psikolojik ve hukuki ortam oluşturuyor, bakın…İktidara muhalif olduğu söylenemeyecek; hatta iktidarla birlikte çalışmış, Türk Ceza Kanunu’nu hazırlayan heyetin bir üyesi olan Prof. Dr. Adem Sözüer diyor ki — ve bunu bana cezaevinde de söyledi — “Siz cezaevinden kaçsanız, bu suç değildir.” Nasıl yani? “Çünkü üç kişi tarafından silahla alıkonularak bir eve kapatılmanız ile Silivri Cezaevi’nde tutulmanız arasında hukuk açısından hiçbir fark yoktur.”

Adem Sözüer’in bu açıklamasına hukuk camiasından hiçbir tepki gelmedi. Düşman ceza hukukunun nasıl işlediğini, sanat dünyasında menajer olarak tanınan Ayşe Barım adlı kişinin yargılanmasında da görüyoruz. Tutuklandı, bir üst mahkemeye itiraz edildi. Bir üst mahkeme Ayşe Barım’ı serbest bıraktı. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Serbest bırakan hâkim görevden alındı, yandaş basın tarafından hedef gösterildi. Ayşe Barım ise başka bir ağır ceza mahkemesi tarafından tekrar tutuklandı. Sonra da “Türkiye’de bağımsız yargı var” diyeceksiniz. Buna kimse inanmaz. Keza İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Sayın Ekrem İmamoğlu ve mesai arkadaşlarına karşı başlatılan operasyonların da düşman ceza hukuku anlayışıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Türk milletinin büyük bir bölümü de bu operasyonları siyasi operasyonlar olarak değerlendiriyor.

Türk milliyetçiliği, kadim Türk devlet geleneğine sahip çıkmak demektir. Devlet ise ancak töre ve adalet ile mümkündür. Bir Türk atasözü vardır: “İl gider, töre kalır.” Bakın, “İl gider, töre kalır.” Töre, yani adalet, topraktan daha önemlidir. Biz, İstiklal Savaşı’nı hukukla vermiş bir milletiz. “Adalet mülkün temelidir” ifadesi bir duvar süsü değildir. Her Türk milliyetçisi, her Atatürkçü bilir ki güçlü bir Türkiye, ancak adaletin hâkim olduğu bir Türkiye ile mümkündür. Üstelik mensubu olduğumuz İslam dini ve İslam medeniyeti de adaleti emreder: “Kin duyduklarınıza karşı bile adil olun.” Bu, bir emirdir.

O nedenle Osman Kavala’yla, Can Atalay’la politik olarak en kararlı ve sert şekilde mücadele ederiz. Ancak Türk Devleti’nin bütün vatandaşlarına adil yargılama yapması gerektiği noktasında asla taviz vermeyiz. Peki, var mı bu adil yargılama? Yok. Neden?

İşte Kızılay Genel Müdürü’nün kızı bir trafik kazası yapıyor, bir genç hayatını kaybediyor, olay kameraların önünde oluyor. Tutuksuz yargılanıyor. Yurt dışı yasağı konuluyor, sonra kaldırılıyor. Ceza alıyor, üst mahkemeye gidiyor, hâlâ tutuksuz yargılanıyor. Bu genç kızımızın da bu hatayı isteyerek yapmadığından eminiz. Ancak bu kazayı yapan kişi bir muhalefet partisinin genel başkanının çocuğu olsaydı, tutuksuz yargılanır mıydı? Mesele budur.

“Seçimi kaybedersek Belgrad Ormanları’na gömdüğümüz silahları çıkarırız” diyen iktidar yandaşı hakkında savcılar soruşturma başlatmıyor. Ve inanılır gibi değil, bir vatandaşın şikâyeti üzerine beş gün sonra elini kolunu sallayarak savcıya gidiyor, ifade veriyor ve çıkıyor. Şimdi bunu bir muhalif yapsaydı, aniden tutuklanmaz mıydı? Evet, tutuklanırdı.

O zaman bu ülkede iki ayrı hukuk var demektir. Ve düşman ceza hukuku uygulaması artık gizlenmiyor. Bu uygulamanın bir sözcüsü bile var. Hepinizin tanıdığı bir isim: Rasim Ozan Kütahyalı.

Gazeteci Fatih Altaylı tutuklanınca şöyle söyledi: “Fatih Altaylı’yı çok uzun süre bırakmayacaklar. En erken Temmuz 2027’de çıkabilir, o da belki. Ekrem İmamoğlu ne kadar yatarsa, o da o kadar yatar diyenler var. Fatih Altaylı operasyonunu 19 Mart operasyonu –medyaya yönelik olarak– görmek mümkün.” “Duruşmalarda en hanım hanımcık da olsa 4 yıl 8 ay alırsa, bunun yatarı bir buçuk sene falan olur. Başka şeyler de var onun hakkında, onlar da aktif edilecek gibi duruyor. Kanalına erişim engeli geleceği görülüyor. Kanalı kapatılacak, belli. Fatih Altaylı yalvarır yakarır, ‘Hizmetinizdeyim’ derse çıkar. O da ceset gibi çıkmaktır. ‘Biat ediyorum, emrinizdeyim’ derse, bu çok trajik bir şey olur.”

İşte düşman ceza hukuku budur. “Askerî vesayete karşı çıkıyoruz” diyerek yıllarca Ergenekon, Balyoz, Casusluk kumpaslarının sözcülüğünü yapanlar, şimdi düşman ceza hukukunun sözcülüğünü yapıyorlar. Bu mu demokrasi?

Rasim Ozan Kütahyalı dürüst. Bakın, hiç şüphesiz dürüst bir adam. Zamanın ruhunu olduğu gibi anlatıyor. Yani “Türkiye hukuk devletidir” diye bir espri yapmıyor. Yine aynı kişi, benim tutuklanmamdan önce, “Açılıma karşı Türk milliyetçiliği yapanlar cezalandırılacak” demişti. Evet, ben de Silivri’de, bütün Türk milliyetçilerini ve Atatürkçüleri temsilen beş ay tek kişilik bir hücrede yattım. Bundan da gurur duyuyorum.

Konuşmamın başında söyledim. Şimdi düşman ceza hukuku basına uygulanıyor. Sözcü TV’ye uygulanıyor, Halk TV’ye uygulanıyor. Onlar da kapatılmak isteniyor. Muhalif gazetecilere uygulanıyor. Ve düşman ceza hukukunda kimin tutuklanacağı, kimin tahliye edileceği, önceden yargı mensubu olmayan kişiler tarafından dile getiriliyor. Fatih Altaylı’nın tutuklanacağını, tutuklanmadan, hatta gözaltına alınmadan önce duyduk.

Değerli arkadaşlar, 17 Haziran günü mahkeme salonunun altındaki nezarette, savunmamı yaptıktan sonra avukatlarımla birlikte bekliyordum. Üç avukatıma da sordum: “Tahliye bekliyor musunuz?” Savaş Özdağ, “%50-%50” dedi ama ekledi: “Cem Küçük, tahliye olacak diye tweet attı. Üç yıl da ceza alacak dedi.” Ve “Kusura bakma, Cem Küçük’e inanıyorum” dedi.

Herhalde “İki yıl dört ay” deseydi ayıp olurdu. Onun için biraz yanılmış görünüyor. Şimdi hiç kimse sormuyor: Bunu nereden biliyorlardı? Evet. Ancak düşman ceza hukuku uygulamaları, muhalefetin ekonomik çöküşü gündeme getirmesini engelliyor. Fakat iktidarın işi daha da zor.

Değerli basın mensupları, değerli Zafer Partililer, düşman ceza hukuku uygulamaları sona ermeden, hukukun üstünlüğü sağlanmadan politik istikrar ve ekonomik büyüme mümkün değildir. Ekonomik çöküş, bu siyasi iklimde artarak devam edecektir. Ve eninde sonunda, muhakkak yapılacak olan seçimlerde, bu ekonomik çöküşün hesabını seçmen iktidardan soracaktır. Muhalefete düşman ceza hukuku uygulayan, rakiplerine duyduğu kinle adaletsiz davranan bir yönetim iç barışı sağlayamaz, millî birliği temsil edemez, gerçekleştiremez.

Devletin dini adalettir. Bunu kabul edeceksiniz. Ama içinden geçtiğimiz süreçte, ne yazık ki devletimizin bir dini yok. Yani adaleti yok. “Üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” diyerek iktidara gelenlerin, şimdi kendi halklarının bir bölümüne ikinci sınıf yurttaş muamelesi yaptıkları bir dönemden geçiyoruz. Ancak AK Parti seçmeninin de, MHP seçmeninin de, hatta bu partilerin önde gelen birçok isminin de bu hukuk dışı uygulamalardan rahatsız olduklarını görüyoruz ve bunu ifade ediyorlar.

Bütün bunların ortaya çıkardığı bir tablo var: Türkiye, İran ile birlikte dünyanın en kırılgan iki devleti haline gelmiştir. Bir ülkenin kırılganlığı, 12 temel ölçütle belirleniyor: Yetersiz devlet güvenliği, siyasi ayrımcılık, siyasi gerginlik, ekonomik tıkanma, gelir dengesizliği, beyin göçü, devletin meşruiyet kaybı, kamu hizmetlerinde aksama, insan hakları ihlalleri, hızla artan nüfus, mültecilerin artan varlığı, dış baskılar.

Değerli basın mensupları, değerli Zafer Partililer, değerli yurttaşlar. Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye ne yazık ki kırılgan bir devlet yapısına sahiptir. Keşke Sayın Cumhurbaşkanı, bir zamanlar birlikte çalıştığı, Türkiye’nin en seçkin ceza hukukçuları arasında yer alan Prof. Dr. İzzet Özgenç ve Prof. Dr. Adem Sözüer’i saraya davet etse de, kendileriyle birkaç saat konuşsa. Bakalım yaşananlarla ilgili olarak kendisine ne diyecekler?

Değerli basın mensupları, değerli Zafer Partililer,

Zafer Partisi Genel Merkezi bünyesinde bir “Suç İşleyen Adalet” Komisyonu kuracağız. Yargı eliyle gerçekleştirilen bütün hukuksuzlukları tespit etmeye başladık, kayda geçiriyoruz. Bir yargı mensubunun işleyebileceği en büyük suç, adalete olan güvenin sarsılmasıdır. Bağımsız davranmaya çalışan hâkim ve savcılara baskı yapan, ceza veren, onları süren siyasi ve idari kadroları da not edeceğiz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Muğuz Cumhuriyeti değildir. Türk Milleti ve Türk Devleti, tarihin en kadim iki milletinden biridir.

Çinliler ve Türkler, dünya tarihinin en köklü devletleridir. Bu kadim devletin çok derin bir hafızası ve bir ruhu vardır. Zannedersiniz ki bütün bürokratları yandaş yaptık, devleti ele geçirdik; ama devletin ruhu ele geçirilmez. Ayrıca yaşananlar göstermiştir ki Türkiye’de hukuk devleti ve demokrasi, Avrupa Birliği’ne ve Amerika Birleşik Devletleri’ne dayanılarak savunulamaz ve geliştirilemez. Biz demokrasi ve hukuk mücadelesini sadece Türk halkına dayanarak sürdüreceğiz.

Buradan tekrar sağduyu çağrısında bulunmak istiyoruz. Yüksek tansiyon, vücudun bütün organlarına zarar verir. Siyasal yüksek tansiyon da hem muhalefete hem iktidara zarar verir. İktidarın bu yüksek tansiyon politikasını terk etmesi, Türkiye’nin ama aynı zamanda kendisinin de menfaatinedir. Şimdi gelelim PKK ile sürdürülen müzakerelere ve anayasa değişikliği tartışmalarına. PKK’ya hiçbir taviz vermeyeceğiz. “PKK silah bırakacak, kendisini feshedecek, terör bitecek” denmişti. Bunun mümkün olmayacağını biliyorduk, itiraz ettik ve haklı çıktık. PKK sözcüleri şimdi “terörsüz Türkiye” ifadesini bile reddediyor. Yeni anayasada yapılacak değişikliklerle ilgili taleplerini gündeme getiriyorlar.

Deniyor ki PKK silah bırakacak. PYD silah bırakacak mı? Hayır.
Pejak silah bırakacak mı? Hayır.
PKK silah bırakacak mı? Hayır.

E o zaman PKK’nın silah bırakmasının ne anlamı var? Üstelik silah bırakırken de “Biz silahlarımızı teslim etmeyiz, kendimiz bir yerde bırakırız” diyorlar. Sayın Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Ülkücü Şehitler Anıtı’nda yaptığı konuşmada yeni bir “milli kimlik”ten bahsetti. PKK teröre son versin diye yeni bir kimliğe mi sahip olacağız? Türk olmaktan mı vazgeçeceğiz? Ne demek yeni milli kimlik? Yeni milli kimliğimizi, “kurucu önder” diye nitelenen Abdullah Öcalan adlı megaloman katil mi belirleyecek? O, Orta Doğu’nun Pol Pot’udur. PKK da Orta Doğu’nun Kızıl Kmerleri’dir. Yeni anayasa diyorlar; sanki eski anayasaya uyuyorlarmış gibi!

Bu anayasa 1982’de yürürlüğe girdiğinden bu yana 19 kez değiştirildi. Başlangıç metni dışında, asıl maddelerde 126 defa değişiklik yapıldı. Geçici maddelerde 7 kez değişiklik yapıldı. Değişiklik yapılmayan madde sayısı sadece 58. Yani 96 maddesi değiştirildi.

Peki şimdi hangi maddeleri değiştirmek istiyorsunuz?
66. maddeyi değiştirip yeni bir milli kimlik mi oluşturacağız?
42. maddeyi kaldırıp Türkçe dışındaki dilleri eğitim dili haline getirip yeni bir eğitim sistemine mi geçeceğiz?

Türk tarihi dersini Kürtçe mi okutacağız?
Türk edebiyatı dersini Kürtçe mi okutacağız?
İlkokul, ortaokul, lisede Kürtçe okuyan bir çocuk üniversiteye geldiği zaman hangi sınavı nasıl kazanacak?
Onun için de ayrı bir Kürtçe üniversite mi açacaksınız?

Bu, Türk milletinin bölünmesi ve Anadolu toprakları üzerinde devlet kaynaklarıyla başka bir millet yetiştirilmesi projesidir. 1982 Anayasasına, “TSK’nın vesayetinde yapılmış anayasa” diye karşı çıkıp şimdi PKK’nın ve Öcalan’ın vesayetinde mi anayasa yapacağız?

Şimdi tam Öcalan’la müzakereler devam ederken ve yeni anayasa tartışmaları sürerken, Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi bize Osmanlı Devlet modeli uygulamamızı söylemiş. Doğrusu harika bir öneri! Çok destekliyorum.bOsmanlı modeli mükemmel bir modeldi. Ancak modeli bir tek şartla kabul ederiz: 1683, Viyana Kuşatması öncesindeki sınırlarımıza geri döneceksek. Yani Viyana’dan Basra’ya, Kırım’dan Kahire’ye kadar uzanan bir imparatorluk için uygulanan bir modeli Anadolu’da milli üniter devlete önermek neyle ilişkili?

Şimdi size Demografik İşgal adlı kitabımdan okuyayım… 1974 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Arap ülkeleri ilk kez birlikte hareket ederek, İsrail’i destekleyen Batılı ülkelere karşı petrol ambargosunu başlatmışlardır. Bu ambargo üzerine dönemin Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger, ünlü tarihçi Bernard Lewis’ten, Abbasilerden sonra ilk kez ortak milli bilinçle hareket eden Arapların nasıl ayrıştırılacağını araştırmasını istemiştir. Bernard Lewis, çeşitli akademik çalışmalar ve toplantılar sonrası yaptığı öneride, Arap milli devletlerinin Osmanlı döneminde olduğu gibi etnisite ve mezhep merkezli olarak bölünmesini önermiştir. Bu, Orta Doğu’daki ülkelerin Lübnan gibi etnik ve mezhepsel zemin üzerinden siyasal olarak parçalanması anlamına gelmektedir. Amerikan Büyükelçisi’nin bize önerisi de budur.

Değerli basın mensupları, Türkiye’nin şüphesiz en önemli sorunlarından biri, hatta belki de en önemlisi sığınmacı ve kaçaklar sorunudur. Bu sorunu gündeme getirdiğim için 2 yıl 4 ay ceza almış bir siyasetçiyim ve bu konudan dolayı Türkiye’de en uzun süre hapis yatan kişiyim. Ülkesinin sınırlarını savunduğu için hapse giren dünyadaki tek siyasetçiyim. Oysa benim ve Zafer Partisi’nin yaptığı şey, Türk milletinin bu konudaki iradesini savunmaktır. Bakın elimde bir araştırma var: Türkiye’de Kimlikler, Din, Ekonomi ve Siyaset – 2024 Değerler Araştırması. Bu araştırma Beşir Atalay başkanlığında yapılmış. Beşir Atalay’ın, AK Parti’nin kurucularından ve bir dönem en önemli isimlerinden biri olduğunu biliyorsunuz; muhafazakâr bir siyasetçi. Bu rapora göre, muhafazakârların %80’i, modernlerin ise %86’sı sığınmacı ve kaçakların vatanlarına dönmesini istiyor.

Zafer Partisi, demokrasi mücadelesi veriyor; halkın iradesini siyasete taşıma mücadelesi… Ve biz bu %80’lik muhafazakâr seçmen ile %86’lık modern seçmenin talebini Türk siyasetinde tutmaya devam edeceğiz. Sığınmacıların ve kaçakların, Türkiye’nin dostları olarak ülkelerine geri dönmesi ve sınır güvenliğinin sağlanması için “Anadolu Kalesi Projesi”ni Türkiye’nin her köşesinde anlatmaya devam edeceğiz.

Demografik İşgal adlı kitabımda bu konuda yıllar önce uyarıda bulundum. Dedim ki: “Türkiye, Arap istihbarat servislerinin arka bahçesi olmamalıdır.” Bu sığınmacı ve kaçaklar arasından ajan devşirmek çok kolaydır. Kitabın 73. sayfasında, İran-İsrail savaşı sırasında Mossad’ın İran’dan çıkardığı insani istihbaratın (HUMINT) %60’ının Afgan mülteciler üzerinden gerçekleştiği tespit edilmiştir. Bundan hâlâ ders çıkarmayacak mıyız? Milli İstihbarat Teşkilatı’nın yaptığı bir operasyonda, devletin işe yerleştirdiği sığınmacılar da dahil olmak üzere, Mossad’a çalışan bir şebeke tespit edilmedi mi? Daha tespit edilmemiş kaç şebeke var, kim bilir?

Değerli basın mensupları, insanlarımız sabah buzdolabını açtıklarında içinde yeni anayasa aramıyorlar. Zeytin, peynir, ekmek görmek istiyorlar. Ülkemiz, düşman ceza hukuku uygulamalarıyla her geçen gün daha derin bir ekonomik ve siyasi krize sürüklenirken; buzdolabındaki zeytin miktarı da azalmaya devam ediyor. İşsizlik artıyor, fabrikalar kapanıyor, işletmeler iflas ediyor, halk yoksullaşıyor. Küçük bir rantiyeci grup zenginleşirken, zenginlerin bile derdi mallarına “çöküleceği” yönünde.

Ülkemiz adeta bir alacakaranlık kuşağından geçiyor. Bu süreçte Zafer Partisi; sınırları tehdit altında olan, demografisi hedef alınmış ve egemenliği küresel güçler ile yerli işbirlikçileri tarafından törpülenmek istenen bir milletin millî direnişini örgütlemektedir ve örgütlemeye devam edecektir. Zafer Partisi yalnızca bir siyasi parti değildir; Türk milletinin refleksi ve Türk devletinin stratejik aklıdır. Sadece seçimleri kazanmayı değil, devletin stratejik kadroları gibi çalışmayı hedefliyoruz ve çalışacağız. Zafer Partisi’nin Atatürk çizgisindeki Türk milliyetçiliği anlayışı; stratejik derinliği olan, proje temelli bir milliyetçiliktir.

Önümüzdeki günlerde ve aylarda Türkiye’yi adım adım dolaşarak Zafer Partisi’nin projelerini anlatacağız. Düşman ceza hukuku uygulamalarını Türk halkına açıklayacağız. PKK’nın ülkemize kurduğu tuzakları Türk milletine izah edeceğiz. Emekli kahvelerinde emeklilerle bir araya geleceğiz.

Çözüm önerilerimizi anlatacağız. Gençlerle kafelerde buluşacağız. Esnafları yerlerinde ziyaret edeceğiz. Bütün olumsuzluklara rağmen Başkent İstanbul’un işgal altında olduğu, Yunan ordusunun İzmir’e çıktığı, Fransız-İtalyan birliklerinin Ermeni ve Pontus çeteleriyle desteklenerek ülkemizi işgal etmeye çalıştığı günlerde, geleceğe büyük bir inançla ve güvenle bakarak, Samsun’dan Havza’ya geçerken otomobilinin bozulması üzerine yürüyerek yola devam eden ve devam ederken de arkadaşlarına dağ başını duman almış yürüyelim arkadaşlar güneş hukuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar diye haykıran Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milletine duyduğu büyük inanç ve güvenle biz de emin adımlarla dağ başını duman almış diyerek Türkiye’nin güzel geleceğine doğru kararlılıkla yürüyeceğiz.

Değerli yurttaşlarım,

Geleceğe ümitle bakın. Çünkü Türk milleti, güzel ve parlak bir geleceğe doğru muhakkak ilerleyecektir. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Şimdi değerli basın mensuplarının sorularını alabiliriz. Ancak yüz ifadelerinizden, soru sorduğunuz takdirde “düşman ceza hukuku” uygulamasıyla karşı karşıya kalabileceğiniz endişesini taşıdığınızı görebiliyorum.

Bu vesileyle, salonda bulunan değerli bir dostumun Zafer Partisi’ne katılımını da duyurmak istiyorum: Sayın Nazif Okumuş. Nazif Bey, lütfen buyurun. Kendisi kıdemli bir gazeteci ve eski bir milletvekilidir. Hoş geldiniz. Bundan sonra birlikte mücadele edeceğiz. Şimdi, kendi rozetimi kendisine takıyorum.

Evet değerli basın mensupları, buyurun.
Soru sormak isteyen var mı?

Peki…
Bugün sevgili basından soru gelmedi.
Belki de basının bütün sorularını, daha sorulmadan cevaplandırmış olduk.

Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, Kayseri ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Küresel Gazeteciler Konseyi, TSYD, TİMEF, AVKON, ADD üyesi, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği, Tüm Mücadele Sporları Derneği, Kayseri Spor Adamları Derneği, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu
Android Uygulama Popup
Logo

📲 Davut Güleç Haberler

Android cihazınızdan kolayca haberleri takip edin!

📥 Uygulamayı İndir
Android Uygulama Popup
Logo

📲 Davut Güleç Haberler

Android cihazınızdan kolayca haberleri takip edin!

📥 Uygulamayı İndir
Davut Güleç Panel İletişim Davut Güleç – Sağ Menü