Ortaçağ… (Köşe yazısı)
ORTAÇAĞ KİMİN KARANLIK KİMİN AYDINLIK ÇAĞIDIR?
Süleyman KOCABAŞ
kocabassuleyman@gmail.com
Aziz dostlar, “Tarih ve Günümüz Penceresi” nden esprisiyle yazmakta olduğumuz bu yazımızda da günümüzde yaşanan önemli bir olayın büyük mahiyetini ortaya koymak ve inceliklerine iyice nüfuz edebilmek için ister istemez yazımız b uzun oldu. Bir kere bunun özrünü dileyerek, büyük bir sabır ve metanet örneği göstererek yazımızı bütünüyle okumanız halinde milletimize ve sizlere büyüm faydalar sağlayacağına inanıyoruz.
“Okul öncesi eğitim Milli Eğitim’in işi mi Diyanet’in mi? Sübyan mekteplerini kurmuşlar kurumsallaştırmaya, zorunlu yapmaya çalışıyorlar. Bu kafayla orada fiziğin ‘F’ si yok, matematiğin ‘M’ si yok. Çocukları bütün dünya nasıl yetiştiriyorsa öyle yetiştirmek varken bir Ortaçağ zihniyetine yönelmenin bunu kurumsallaştırmaya çalışmanın ne bu memlekete ne bu millete bir faydası var ve ne de Anayasa’ya uygunluğu var?”
Bu sözler, CHP TBMM Grup Başkan Vekili Özgür Özel’in 30 Aralık 2021 TBMM’de açıklama yaparken sarf ettiği sözlerdir. Hatırlanacağı üzere Milli Eğitim Bakanlığı’nın en az 10 yılı aşkın bir süredir, “Okul Öncesi” denilen bir birimi vardır ve ilkokula başlamadan önce 4-6 yaş grubu çocukların buna bir “hazırlık sınıfı” olarak “Ana Okulları” vardır. Bu okulların programlarına, Diyanet İşleri Bakanlığı kanalı ve denetimiyle, daha bu yaşlarında çocuklarımıza dinimizi öğretmeye yönelik ön dini bilgileri vermenin dini, milli ve ahlaki hüviyet, kimlik kazanmalarında daha faydalı ve kalıcı olacağı düşünülerek, din öğretimi programlarının da dahil edilmesi, zaten CHP’nin tarihi misyonu ve geleneksel genlerinde “İslamiyet’e alerjisi” bulunduğu için buna tepki ve kıyameti koparmaya yönelik olarak Özgür Özel yukarıdaki açıklamasını yapmıştır.
Böyle bir zamanda ve böyle bir çağda, Özer’in böyle görüşlere yer vermesi, insanların ancak “akıllarını yemeleri” ve geçmişteki yaptıkları işleri, doğruları ve yanlışlarıyla tam bir otokritiğe tabi tutmaksızın bütün olup bitenlere hâlâ gözlerine takılı at gözlüğü ile bakmaları “akla, mantığı ve ilme ziyan” işlerdendir. Özer ve benzerlerinin yıllardır “akılları kendilerinden makul” inhisarcılığı –tekelciliği içinde siyaset yapmaya devam etmelerinin ne partilerine, ne memlekete, ne millete ve ne de Anayasaya bir faydası olmayacaktır ve olmamıştır. Zaten, Türkiye’nin yönetimine yüz yıllık bir geçmişiyle damgasını vuran ve hâlâ da “düşük yoğunluk” olarak vurmaya devam eden Özer’in partisinin, Cumhuriyetin ilanın yüzüncü yıl dönümünde bile, birçok emsallerine nazaran (Almanya ve Japonya’nın dünya harplerinde yerle bir oldukları halde atılımlarını yeniden yapıp bölgelerinde ve dünyada yeniden süper güç olmaları) Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bölgesinde ve dünyada süper güç olamamasında ilim adamlarımız ve tarihçilerimiz tarafından bunda rolü ciddi ve kapsamlı olarak incelenmiş midir? Maalesef buna tam olumlu cevap veremeyeceğiz.
CHP’nin Türk Milletini “Tarihi Misyonu” ve “Genetik Kotları” ndan Mahrum Bırakarak Batı Kapitalist Emperyalizminin Bir Nesnesi Haline Getirilişi Sürecinin Başlaması
Tarihten günümüze CHP’nin yönetiminin etkinliği içinde 100 yıldan beri hâlâ süper güç olamayışımızın tarihi ve gerçekçi sebepleri bu başlığımızın ifadelerinde aranmalıdır.
Osmanlı Devleti, tarihindeki Tanzimat Dönemi yıllarına kadar son zamanlarında “kırık-dökük” de olsa, hâlâ tarihinin ve tarih yapmanın bir öznesi idi. Onu özne olmaktan çıkaran süreç kendisini, Batı’nın 19. asrın başlarında siyasi ve sanayi devrimlerini yapması sonucu ortaya çıkan Kapitalist Emperyalizmi Sömürgeciliği ve Yaylmacımığı’nın adı geçen asrın ortalarında atak yapmasıyla göstermeye başlamıştı. O yıllarda adı geçen emperyalizmin başı da, artık “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk” unvanını almaya başlayan dünyanın birinci süper gücü “Büyük Britanya” (İngiltere) olmuştu. Bu sırada, üç kıtadan olarak hâlâ Asya, Avrupa ve Afrika’ daki topraklarıyla bu kıtaların Ortadoğu, Kafkaslar, Kuzey Afrika, bütün Arap dünyası ve Balkanlar topraklarında hükmünü sürdüren Osmanlı Devletini, bütün dünyayı sömürgesine aldıktan sonra, “İngiliz –Batı Kapitalist Emperyalizmi” nin hakimiyet ve nüfuzunu son merhalede tamamlamak” için denilerek, kendisinin yaptıkları ve tarihinin öznesi olmaktan çıkarıp nesnesi veya daha doğrusu “kendilerinin nesnesi” haline getirmeyi, adı geçen emperyalizmin ana amacı edinmişti. Bu konuda “öncü misyon” rolü oynayan Emperyalizm’ in başı İngiltere’nin, “son merhale”de ancak “İslam medeniyeti ve onun başı-merkezi Osmanlı’nın durdurulması, tarih yapmanın sahnesi dışına itilmesiyle” mümkün olabilirdi.
- asrın ortalarında, buhranlarını kendi iç dinamikleriyle atlatmayı başaramayan Osmanlı, giderek dış fırsatçıların baskı ve dayatmalarına da maruz kalarak, “kurtuluş için bir başkasının – yaban ellerinin ipine sarılmaktan” olarak iç ve dış algı operasyonlarının da “allayıp pullaması” sayesinde kendisini, dünyanın birinci süper gücü İngiltere’nin adına “birincisi” denilen “Yeni Dünya Düzeni” ne (1838 – 1923 zaman dilimi) adaptasyon –dizayna kaptırmıştı. Bunun kilometre taşlarının döşenişi ve bunun yapılanmalarında kullanılmak için İngiltere ve Fransa’ya bağlı mason localarında ve misyoner okullarında ( Bunlara Batı’da yabancı dillerde tahsil yapan milletimize yabancılaştırılmış Osmanlı gençleri de dahil bütün bunlara “emperyalizmin ileri karakolları ve Truva atları” denilmişti) kafaları yıkanıp aldatılarak elde edilmiş, “yerli işbirlikçiler” de bulduğu halde süper güç İngiltere’den gelen dayatmalarla ilk kilometre taşının dikilişi 17 Ağustos 1838 Osmanlı- İngiliz Ticaret Antlaşması ( Gümrükleri neredeyse sıfırlayan, tekelleri kaldırarak küresel sermayenin sömürüsüne yarayan “serbest piyasa ekonomisi” yle gelen bu antlaşmayla geleneksem Osmanlı ekonomi – ticaret düzeni yıkılmış, Osmanlı Batı’nın “yarı sömürgesi” haline gelmişti) ile gelen “yeni ekonomik sömürü” ortamına daha iyi şartları hazırlamak için Osmanlı’nın geleneksel siyasi yapılanmasının da Batılı örneklere göre “liberalizasyon” una sıra gelince, İstanbul’daki büyük etkinliği sebebiyle lakabına “Taçsız Sultan” derilen İngiltere’nin Osmanlı Büyükelçisi Stratford Cannng’in hazırladığı (Geniş bilgi için bakınız: Lort Stratfort Cannıng’in Türkiye Hatıraları, Hz. Can Yücel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1959) “Tanzimat Fermanı”, 3 Kasım 1839’da “İngiltere’nin yerli işbirlikçi” denilen ve Osmanlı’nın Londra Büyükelçiliğinden getirilerek Hariciye Nazırı yapılan Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane parkında okunarak ilan edildi. “Batılılaşmak” uğrunda bunu üçüncü olarak takviye için Avusturya’nın başkenti Viyana’da İngiliz, Fransız ve Avusturya büyükelçileri tarafından hazırlanan “Islahat Fermanı” da İstanbul’a getirilip, 5 Şubat 1856’da “İngiliz-Fransız yerli işbirlikçileri bileşkesi” nde birisi Sadrazam Ȃli Paşa ve diğeri Hariciye Nazırı Fuat Paşa’ya ilan ettirildi. Bu fermanla, artık bundan böyle Avrupa’nın Büyük Devletleri nezdinde “Avrupa kültürü ve hukukuna dahil olmakla bir Avrupa devleti” sayılacaktık. Oryantalist müsteşrikler (Batı’nın Haçlı ruhuna sahip Şarkiyatçı bilim adamları) da zaten hep “Müslümanları kendi hukuk sistemimize dahil etmediğimiz sürece onları hakimiyetimize alamayız” teşhisi ve kararına varmışlardı. Islahat Fermanıyla, “nesne” oluşumuzu takviyeye yönelim “oldukça tehlikeli” denilen bu noktaya “Bir yaratıcı kaos örneği” denilen (Günümüzde de dünyanın süper gücü Amerika da her şeyi kendisine göre dizayn için bu tip “yaratıcı kaoslar” a fazlasıyla başvurmaktadır) 1853 – 1856 Kırım Harbi ve zaferi sonucu gelinmişti.
İngiltere’nin “Yeri Dünya Düzeni” ne adaptasyon – dizayn için bunlar yetmezdi. Bunun son merhalesi veya dikilecek yeni kilometre taşı, öncülüğü ve destekçiliğini yine İngiltere’nin kendisinin yaptığı ve “Sivil Kolu Mithat Paşa – Askeri Kolu Hüseyin Avni Paşa bileşmesi yerli işbirlikçileri” ni kullanarak bunlara yaptırdığı 29 Mayıs 1876’darbesinden (Geniş bilgi için bakınız: Süleyman Kocabaş, 29 Mayıs 1876 Darbesinin İçyüzü Sultan Abdülaziz Nasıl Devrildi?, Vatan Yayınları, KaYseri, 2011) sonra gelen 1876 – 1877’de adına “Taçlı Demokrasi” de denilen, Osmanlı geleneksel siyasal düzeni yıkılma sürecine sokan İngiltere-Fransa’dan taklitçilikle Meşrutiyet ilan edilmişti.
“Meşrutiyet –Demokrasi” deyip de geçmeyelim; işin esasına bakılırsa, o günden bu günü “Şimdiye kadar dünyada gelmiş geçmiş rejimlerin en iyisi Demokrasi” (teorisi bir noktada “Halkın kendi kendisini idare etmesi” tarifi güzel ama, tatbikatlarının “iç ve dış rant ve sömürü hesapları uğruna ” denilerek neredeyse tamamen bu tarifin dışında cereyan ettiği halde) denilen ve iç ve dış algı operasyonlarıyla bütün insanlığa ve milletimize zehirli bir yumurta gibi yutturulan Batı ve günümüzde de Amerikan Kapitalist Emperyalizmi sömürgeciliğinin ülkeleri daha ziyade “muhlisâne hulul” yoluyla daha iyi sömürebilmek için dizaynından başka bir şey değildir. Zaten Batılı – ABD’li düşünürler de bunun, kendi içlerinde de kendi halklarını “sömürmek” e yönelik kullanıldığına dair itiraflarda bulunmuşlar, bunları “Demokrasilerin İntiharı” “Demokrasinin Ölümü” vb isimlerini verdikleri kitaplarında anlatmışlardır.
Dün İngiltere’den sonra günümüzün dünyasında da “Demokrasinin şampiyonu” rolünü oynayan ABD nereye kadar demokrattır? İşine geldi mi bunu destekler gelmedi mi en koyu diktatörlükleri bile desteklemekten geri kalmaz. Bu satırların yazarı bence, insanlık kendisine, sahte ve sömürüler için kullanışlı ve kullanılan demokrasi rejimi yerine daha iyi rejimler arayışına çıkmalıdır.
İngiltere’nin “Yeni Dünya Düzeni” ne dizayn için yapılan bu dört esaslı girişime bakarak “Artık biz de bir Batılı devlet ve ülke olduk, bu sebepten Avrupa bizi bağrına basarak, bize güçlükler çıkarmayacak” düşüncesi ve emelleriyle yaşarken olanlar bunu tam tersi oldu. Osmanlı’nın “Batılılaşarak kurtulma” sürecini makale ve kitaplarında “objektif ve bilimsel olarak” inceleyen merhum Prof. Dr. Tarık Ziya Tunaya’ya göre, işin esasına bakılırsa bütün bu yapılanlar, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere topyekun olarak Batı Kapitalist Emperyalizminin Osmanlı’ya “mulisâne hulul” ndan başka bir şey olmayıp, “emperyalist müdahale ve yayılmacılıklara fırsat doğurmak ve kapı açmak” tan başka bir şey değildi. (Geniş bilgi için bakınız: Prof. Dr. Tarık Ziya Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Batılılaşma Hareketleri, Yedigün Matbaası, İstanbul, 1960)
Osmanlı döneminde Batılılaşmanın son kilometre taşlarından olan Meşrutiyet istemeye “Meşrutiyetin ilanı ile kurtulacağız” çılgınlığı ile bakan Jön Türklerden İttihatçıların Başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın da bunu yaşanan olumsuzluklar soncu şöyle dile getirerek itiraf etmişti: “ (İkinci olarak, 10 Temmuz 1908’de Jön Türk İhtilali’nin ardından Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesiyle birlikte) özgür düzene kavuşmakla, içimizde büyük bir yurt sevgisi ve gururu canlanmıştı. Uzun bir süredir Avrupa’nın sataşma ve hor görücü karışmaları altında yaşamaktansa, bir Meşrutiyet duyurusuyla, kurtulduğumuzu düşünüyorduk. Şimdi bizim de Avrupalı bir devletten ne farkımız kalmıştı? Oysa Avrupa, Meşrutiyeti kuran Türkiye’nin karşısında, bir kahramana gösterilmesi gereken saygı ve önemsemeyi unutarak, Türk topraklarını ele geçirme insafsızlığına kalkışıyordu… Açıkçası, görülüyordu ki, ülkeyi kurtaracak biricik yol diye yıllardan beri arkasından çıldırmış olduğumuz Meşrutiyet, memleket için çok önemli bir tehlike doğuruyordu…” (Hüseyin Cahit Yalçın. Siyasal Anılar, Haz. M. Mutluay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,1976, s. 35 ve 41)
Zaten, bunun böyle olması “kaçınılmaz” bir durumdu. Batı’nın emperyalist Büyük devletleri için Türkiye’de de (O zamanlar Rusya ve İran’da da aynı emellerle olduğu gibi) hararetle Meşrutiyet istemek ve uygulamak onlar için bir “amaç” değil bir “araç” idi. “Araç” oluşu da “Taçlı Demokrasi” Meşrutiyet’in onlar için “ Batı Kapitalist Emperyalizmi Sömürgeciliği ve yayılmacılığı” nın bir vasıtası olmasından ileri geliyordu. Şimdilerde de Amerikan Emperyalizmi Demokrasiyi sömürgecilik ve yayılmacılığı için bir “araça, vasıta” olarak kullanmaktadır.
Buna bir de “dışarıdan değerlendirme” olarak o zamanların İngiliz Başbakanı Lort Salisbury’un Türkiye’de Meşrutiyet idaresi uygulamaları isteğine yönelik haklı olarak “Türkiye’ye yeni şekil vermek, onu öldürmektir” (Jean –Paul Garnier, Osmanlı İmparatorluğu’ nun Sonu II. Abdülhamit’ten Atatürk’e, Çev. Z. Çelikkol, Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 2007, s. 81) teşhisini de burada hatırlatacak olursak, her şey yerli yerine oturmuş olur.
- Meşrutiyet dönemi (1908 – 1918) Türkiyesi de yine “celladına âşık olmak” geleneği kabilinden bu sefer de “Triumvirate (üçlü otokratik –otoriter yönetim) olarak üçlü yerli işbirlikçi bileşkesi” denilen Enver-Talat ve Cemal Paşaların şahıslarına inhisar eden, sanki “Almanya’nın emrinde” olarak onun safında I. Dünya Harbi’ni sokulması sonucu Osmanlı İmparatorluğu batırılınca, bunlar 2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısına binerek Almanya’ya “kendilerini uşakları gibi kullanan” denilen Alman İmparatoru II. Wilhelm’in yanına kaçacaklardır.
“Osmanlının yıkılışından sonra gelen yeni düzende” denilerek, bu sefer de İttihatçıların “Triumvirate” geleneğinden olarak bunun yerini, hem de “Türkiye’yi topyekun Batılılaştırmak” misyonundan olarak yeni bir “Triumvirate” (Mustafa Kemal Paşa- İsmet Paşa –Fevzi Paşa) üçlüsü alacaktır.
İşte Osmanlı “Batılılaşmak” adı altında böyle battı. Bunun böyle bir süreç olduğunu ünlü düşünürlerimizden merhumlar Cemil Meriç, Kemal Tahir, Atilla İlhan’ın yanında hayatta olanlarımızdan ise Atasoy Müftüoğlu ve Yusuf Kaplan’ın “Batılılaşmak” ın milletimizi ve ülkemizi, işin esasına bakılırsa “Batırmak” olduğunu hep dili getirmişlerdir. Bu olup bitenleri tam öğrenmek için bunların yazdıkları okunmalıdır.
Osmanlı ve bunu bağlı olarak İslam, İslam medeniyeti ve dünyasının tarihinde bir özne olmaktan çıkarılıp “tarih sahnesi” nin dışına itilmesi ve bunun getirdiği “birinci olarak yıkım ve kayıplar” I. Dünya Harbinin sonunda, İngiltere’nin birinci olarak “Yeni Dünya Düzeni” ne dizaynı sürecinde gerçekleştirilmişti.
I.Dünya Harbinden sonda gelen süreçte ise, yeni yapısal gelişmelerin de meydana getirdiği ortamda bu sefer de yine süper güç İngiltere tarafından kurulmaya başlanan “İkinci Yeni Dünya Düzeni” ne Türkiye’nin adaptasyonunu nasıl yapılacaktı? Bunun tezahürleri olarak hem de milletimizi ve ülkemizi Batı’nın daha da nesnesi yapmaya yönelik CHP tarihine bakmak lazımdır. Osmanlı döneminde “Batılılaşmak” için “Bu yarım yalamak yapıldı” deniliyor, CHP tarihinde ise “Muhaliflerine karşı ateş ve demir kullanılarak tam Batılılaştırma yapılacağı” ndan bahsediliyordu.
CHP’nin “Tarihi Misyonu” ve “Genetik Kodları” nda “İslamsızlaştırma” Sürecinin Varlığı
CHP’nin, ülkenin rejiminin adı, “Cumhuriyet” olduğu ve bunun da “Halkın kendi kendisini idare etmesi” tarifinden “Demokrasi” olarak tarif edildiği halde, kendisi dışında hiçbir partinin yaşamasına imkan tanımayarak ve kurulanları kapattırarak, “göstermelik seçimlerle” de kendisinin tek başına “Tek Partili Yönetimi” nin 24 -27 yıllık iktidarında “tarihi misyonu” nun ve “genetik kotları” nın esası, Batı’dan kötü bir laiklik taklitçiliği olarak (Anayasa Ord. Profesörlerimizden merhum Ali Fuat Başgil “Din ve Laiklik” isimli kitabında, dünyada laikliğin Kemalist Cumhuriyet Türkiyesi ile bir de Sosyalist Cumhuriyet Rusya’sında “din düşmanlığı” şeklinde uygulandığından bahseder. s.100 ), gizli –açık, iç ve dış “algı operasyonları” yla “Bu milleti İslamiyet’ten ne kadar çok uzaklaştırırsak o derece Batılılaştırır, medenileştirir, laikleştirir ve kalkındırırız” olmuştur. Bunlara göre, Avrupa da “Hristiyanlığın ‘Ortaçağ karalığı’ dan böyle kurtulmuş” tu.
İşin esasına bakılırsa, 23 Nisan 1920’de Ankara’da yeni bir devletin kuruluşunun ilanı olarak TBMM toplanırken, toplantı öncesi bütün hazırlıklara, yazılan ve söylenenlere bakılırsa tamamen İslami mesajlar ve motiflerde hareketle sanki bir “İslam Cumhuriyeti Devleti” kurmak görünümü verilmiş ve bunun göstergelerinden birisi olarak 1920 Anayasasına “Devletin dini din-i İslam’dır” maddesi konulmuş, bu madde 1924 Anayasasında da yer almış iken, “kuvvet ele geçirilmiştir, tehlike kalmamıştır” zihniyetiyle bu madde “devleti laikleştirmeye hazırlığın devamı” gerekçesiyle 1928’de Anayasa’dan çıkarılmış, 1937’de ise Anayasa’ya “Devlet laiktir” maddesi konulmuştur. Anlaşılan CHP, misyonu ve genetiğinin kodları yerli yerine oturana kadar dini kullanmış, bunlar oturunca dine “dirsek” gösterilmiştir. Bu göstermenin tezahürlerinden olarak, militan ve jakoben laiklik gösterilerine daha büyük boyutlar kazandırmak için 1928’de yapılan Harf İnkılabı ve 1932’da başlayan “Dil Devrimi” süreçlerinde, bunları yapan “Devrimciler” tarafından bunların amaçlarının “Arap kültüründen uzaklaşarak Batılılaşmak ve Laikliği iyice yerleştirmek” olduğu sıklıkla ve açık açık itiraf edilmiş, bunlarla da kalınmayarak bütün dini okullar ve Kur’an kursları kapatılmış, okullardan din dersleri kaldırılmış, dini neşriyat yasaklanmıştır. Milli Şef ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü dönemine gelindiğinde ise, bu “İslamsızlaştırmak” ta o derece ileri gidilmişti ki, 8- 15 Haziran 1943’de toplanan CHP’nin 6. Kurultayında tüzük değişikliği yapılırken, yine “Batılılaşma ve Laikliğin iyice yerleştirilmesi” amacıyla olacak ki, dilimizdeki “din dili” Arapça bütün kelimelerin yanında “Müslümanlık kültürü” yapılanmasını da tasfiyesine yönelik ve sanki tam olarak “İslamsızlaştırmak” ı da çağrıştıran tüzüğe şöyle bir yeni madde konulmuştu: “Parti, milli dilin ve milli kültürün diyanet yollarından yabancı dil ve kültürlerin tesirinden masun kalmasını Türk Milleti’nin hali ve istiklali için lüzumlu sayar” ( CHP Programı, Zerbamat Matbaası, Ankara, 1943, s. 5)
Halkımızı derinden yaralayacak olan ve yaralayan bu madde, CHP tüzüğünden, 1945’de “Demokrasiye Geçiş” ardından gelen 17 Kasım – 4 Aralık 1947’ de yapılan 7’inci Büyük Kurultayında, CHP’nin yine “dini kullanmak” tan olarak halkın oyunu alabilmek için tüzüğünden çıkarılmış ve hatta bu benzeri olup bitenlere Şair Behçet Cemal Çağlar gibileri tarafından “karşı devrim” denilerek karşı çıkılmıştır.
CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in sarf ettiği, “Dini devlet hayatımızdan çıkardığımız gibi toplum hayatımızdan da çıkaracağız. Din insanlarımızın derisinin dışa çıkarılmayacaktır” sözleriyle de bizdeki uygulamaların Komünist Rusya’daki gibi bir “dinsizlik, ateizm” uygulamaları olduğu ilk ağızlardan itiraf edilmiştir.
CHP’nin bütün tarihi kodlarının bunlar olduğu ve bunlardan bir türlü vazgeçemeceği bilindikten sonra, işin esasına bakılırsa Özer’in yukarıdaki sarf ettiği sözleri pek fazla yadırgamamak lazımdır.
İslamiyet İçin “Ortaçağ Zihniyeti” Demek Bu Milleti “İslamsızlaştırmak” Demektir
Gerçekten de Özer’in sözlerini yadırgamamak lazımdır. Çünkü bunlar, CHP’nin tek partili döneminde milletimizi ve ülkemizi “Topyekun İslamsızlaştırmak” veya jakoben ve militan laiklik anlayışı ve uygulamalarıyla dilimizi ve dinimizi iyice budayarak güdükleştirme tarihi misyonunun günümüze yansıması ve devamından başka bir şey değildir.
İslamiyet, tamamen Batılıların çağları tanımlayan ve onlara isimler vermeleri geleneğinden olarak Ortaçağ’ da (Çağ tanımlama ve adlandırmada, Müslümanca bakış açısına göre, çağlar yalnızca ikiye ayrılabilir: İslamiyet’ten Önceki Çağ ve İslamiyet’ten Sonraki Çağ. İslamiyet’in insanın ve tabiatın doğası ve fıtratına en uygun mesajları ile gelen çağ, topyekun ve daha büyük kapsamlı olarak insanlığı en aydınlık çağı olmuştur) doğmuştur. Özer ve benzerlerinin Ortaçağı “geride kalmış bir çağ” ve içinde yapılanların da “iyi ve kötü ölçüleri” ne başvurarak, kendi akıllarından sadece ideolojik bir tercih gösterisi olarak “kötü, karanlık çağ” olarak görmeleri sonucu, İslamiyet bu çağda doğduğu için onu da sanki tabi olarak kötülemeye yönelik “Ortaçağ Zihniyeti” şeklinde suçlayıp toplumumuzun hayatından kapı dışarı etmeyi amaçlayan bu düşünceleri, “İslamsızlaştırmak” tan başka ne olabilir, ne anlama gelebilir? Bu, yüzde yüze yakının Müslüman olduğu toplumumuzda “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” tan da öte, tarihte olup bitenlere baktığımızda, bilerek veya bilmeyerek İslamiyet’e ve Müslümanlara “Bir Haçlı saldırısı” şıkkına da sokulamaz mı? İslam dünyasına karşı Hristiyan dünyasının bitmez, tükenmez “Haçlı Seferleri” düzenlemesinin “asli sebepleri” den birinin de “İslamiyet’i ve Müslümanları yok etmek” olduğunu herkes bilir. Milletimiz acaba, hele günümüzde bu “tarihi mücadele” nin iç boyutlarımıza da yansıdığı halde bu olup bitenlerin farkında mıdır? Farkında ise, kendisini iman ve inançlarından soyutlamak görüşleri serdeden bir Meclis Grup Baykan Vekili ve partisine yaptıkları bu çirkin ve haksız saldırılardan sonra açık açık özür dilemedikleri sürece oy vermek “cevaz” olur mu? İnsanlarımızın imanı ve inancının ayaklar altında çiğnenmek istenildiği bir ortamda bu nasıl olabilir? Millet olmamızda tamamlayıcı en asli ve temel kültür unsurları olan (Bu milletin hayatından Müslümanlığı topyekun soyutlarsanız neredeyse geriye hiçbir şey kalmaz) bunları çiğneyenler, “Milletin iradesinin tecelli ettiği yer” denilen TBMM’de nasıl yer alabilirler? Milletimizin iman ve inançlarına saygılı olmakla tanınan Babacanlar, Akşenerler, Davutoğulları ve hele daha da önemlisi “Milli Görüşçü-İslamcı” geçinmesini açık açık gösteren Karamollaoğuları seçimlerde CHP ile işbirliği yapabilmek için bu patinin eşiğine koşar adım nasıl gidebilirler? İşin neresinden bakılırsa bakılsın siyasi hayatımız gerçekten İngilizce tabiriyle “absürt” hale gelmiştir.
Ortaçağ Hristiyan Avrupa İçin Karanlık, Müslüman Asya- Ortadoğu İçin Aydınlık Bir Çağdır
Özgür Özel’in yukarıdaki sarf ettiği sözleri, aklın soğuk ve akademim süzgecinden geçirerek değerlendirmeye devam edecek olunursa, tarihin yanında, hem dünya ve hem de ülkemiz gerçeklerine tamamen ayıkırdır. Tanzimat’ tan bu yana 183 yıllık zaman diliminde yaşadığımız tecrübe ve deneyimlerin sonuçlarına bakarak Özer ve benzerlerinin hâlâ akılın – ilmin yolunu seçmedikleri, kendi otokritiklerini yapmadıkları anlaşılmaktadır. Bir kere, okul öncesi eğitimde 4- 6 yaş grubuna yaşlarına göre ön dini bilgiler vermek birçok ülkede ve özellikle de laik Amerika’da ve Avrupa’nın birçok laik ülkesinde bize göre daha büyük boyutlarda vardır. Bununla ile bir gazete haberi örneği şöyledir: “Almanya’da özellikle 3- 6 yaş grubunu kapsayan okul öncesi eğitime erişimin oldukça yüksek olduğu görülüyor. Okul öncesi eğitim kurumlarının yüzde 30’u devlet ve belediyelere ait iken yüzde yetmişi kiliseler ve bu kiliselere bağlı cemaatler tarafından yönetiliyor. Katoliklere ait ana okulları tam bir kilise havasında tefriş ediliyor. Öğrenciler zaman zaman dini ayinlere götürülüyorlar. Okul öncesi din eğitiminde İncil’den kıssalar, başta Hz. İsa olma üzere çeşitli peygamberlerin hayat, insanlara iyilik yapmaya ve herkesi sevmeye yöneltecek Hristiyanlık ilimleri öğretiliyor.” Olup bitenlere bakılırsa bizdeki okul öncesi dini eğitim böyle ileri derecede değil. Olsa idi, herhalde Özer ve benzerleri üzüntülerinden çılgına dönerler, belki de “intihar” ederlerdi.
Özer’in , bahsettiğiniz üzere, ana okulları adı üzerinde ana okulları olup, buralar yapılanmaları ve fonksiyonları itibariyle fizik ve matematik öğretilecek ve öğrenilecek yerler değildir. Bunları daha üst okullarda öğrenilir. Ama, dini, milli ve ahlaki kimliğini ana okullarında bu yoksa evlerinde “ana kucakları” nda mutlaka öğrenmeli ve öğretilmelidir. “Yok efendim, 3-6 yaşındaki çocuk, dinden, imandan, Allah’tan, peygamberden, ahlaktan, milliyetten ne anlar? Büyüsün, orta dereceli okullar veya üniversitelere gelip ‘akılları erince’ bunları öğrensinler” demek külliyen yanlıştır. Bir kere “gayrı milli ve gayri ilmi eğitim sistemiz” in çarklarından geçen gençler, zaten “celladına âşık olmak” tan olarak materyalist ve pozitivist Avrupa -Batı kültürü taklitçiliği ve tekelciliğiyle (Başından itibaren bunun da mucidi CHP ve kodlarıdır) yetiştirildikleri için, bu düşünce sistemlerinin misyonları ve kodlarına haksız ve yanmış olarak “Tanrı” nın yerine “İnsan” ı ,”din” in yerine “bilim dini” konulduğu için, ileri yaşlarında böyle yetişen gençler, bunlarla kafaları yıkanacağından ne Tanrı ve ne de din, milliyet ve ahlak tanıyacaklardır.
“Okul Öncesi Eğitim” olarak kendimden bir örnek verecek olursam, bizim çocukluk zamanımızda Ana Okulları olmadığı için buralarda verilen eğitimi “Ana Kucaklarımız” da alırdık. Annem Fatma Hatun, daha ben beşikten kalkıp yürür yürümez ömür boyu takınacağım dini, ahlaki ve milli kimliğimi bana şiir ezberletir gibi öğretmeye başlamıştı. Bu cümleden olarak, Allah’ın var ve bir olduğunu, bütün insanlar, yaratıklar ve dünyayı onun yaratığını, bizim onun kulu olduğumuzu, dinimizin, peygamberimizin ve diğer dört büyük peygamberin adlarını, bunlara indirilen kitapları, hangi ümmet ve milletten olduğumuzu, hatta bizim Kocabaşoğulları Türk oymağının nerede Müslüman olduğunu (Aşkar dağları Lokman deresinde Müslüman olmuşuz) mezhebimiz ve imamlarını vb. öğrettikten sonra, İslam’da imanın 6 şartını ihtiva eden Amentü’yü, İslam’ın beş şartını ve bunların “bütünü” nü ihtiva eden, Müslümanların yerine getirmekle “mükellef” oldukları “32 Farz” yanında, namazların zamanları ve tarifleri ile bunlarda okunacak bütün sureleri ve duaları bana daha 4-6 yaşamda iken 1957’de İlkokul tahsilime başlayana kadar evde işlerini yaparken dizinin dibinde tam anlamıyla öğretmişti. Eğer ben bunları daha o zamanlar öğrenmese idim, 1960’lı gençlik yıllarımda ortaya çıkan zararlı birçok fikir cereyanlarına kendimi kaptırabilir, “milletimle kavgalı” unsurlardan birisi haline gelebilirdim . Bunları 4-6 yaşlarında öğrenemeyen veya aileleri tarafından öğretilmeyen benimle akran arkadaşlarımın, kimlik gösterisi olarak nasıl kötü hallere düştüklerine de aynı yıllarda şahit olmam sonucu, okul öncesi eğitimin ne kadar önemli olduğunun farkına daha iyi vardım.
Özgür Özel’i eleştirmemizin diğer bir gerçeği de toplumumuza yönelik “Ortaçağ Zihniyeti” mahkumiyeti ve suçlamasının yalnızca Batı Hristiyan dünyası Ortaçağı için geçerli olduğu gerçeğidir. Avrupa’da yaşanmış bir “karanlık çağ zihniyeti” ni bütün insanlığı şamil olarak yorumlamak haline, her halde, kötü bir Batı taklitçiliğinden gelen “celladına âşık olmak” tan ileri gelen bir halin tezahürü gözüyle de bakmak mümkündür. Hele, Batılıların kendilerinin bile “Ortaçağ zihniyeti ve karanlığı bizim için geçerli ve bize ait bir görüştür” demelerine de bakılırsa, gerçekler gün gibi kendisini gösterir. İslam Ortaçağı, hem Müslümanlar ve hem de bütün insanlık için “karanlık çağ” değil, tam anlamıyla, insanlığın tarihinde daha geniş boyutlarda insanın ve tabiatın doğası ve fıtratına en uygun aydınlık bir çağdır. Zaten Avrupa da “Ortaçağ karanlığı” ndan “İslam Aydınlanması” dan faydalanarak Rönesans ve Reform hareketlerini yapmak suretiyle kurtulmaya çalışmıştır. Bütün bu olup bitenlerin tarihi belgeleri ve literatürleri Batıda ve bizde pek çoktur. Eğer Özer ve benzerleri gözlerinde hâlâ takılı olan at gözlüklerini çıkarıp bunları okuyabilselerdi, hem İslamiyet ve hem de milletimizle kavgalı hale gelmezlerdi.
Son olarak burada vurgulamak istediğimiz bir husus da şu olacaktır: Özer’in “absürt” görüşlerine siyasiler ve siyasi liderlerimizden Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli dışında diğerlerinden neredeyse hiçbir tepkinin gelmemesi, siyasi hayatımızın “büyük bir ayıbı ve çıkmazı” olmuştur. Adı geçen iki siyasi liderin 4 Ocak 2022 TBMM Parti Grubu toplantılarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşlerinden olarak, “Bre gafil, asıl çağ dışı olan sensin, senin bu faşist zihniyetin. Asıl arkaik olan, asıl gerici olan Ortaçağ karanlığında asıl debelenen senin ve senin gibi meseleye marjinal ideolojilerin at gözlüğünden bakanlardır… Batılıların kendilerini tarif için kullandığı ‘Ortaçağ karanlığı’ yaftası vurmaktan utanmıyor musun… Milletimize kimliğini ve karakterini veren mukaddes değerlerimizi aşağılamaktan ne zaman vazgeçeceksiniz?…” görüşlerine yer verirken, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin de, “Ortaçağ’ı bilmediğinin ya da Kur’an –ı Kerim’den habersiz olduğunun klasik ve klişeleşmiş CHP üslubu nüksetmiştir… İnanıp inanmamak herkesin kendi bileceği bir şeydir. Ancak dinimize laf söyletmeyiz, imanımıza laf ettirmeyiz, kitabımıza Ortaçağ zihniyeti diyen kalpsizlerin, kemiksizlerin bühtanlarını da yanına bırakmayız… Bu saygısız ve edepsiz sözden dolayı CHP Genel Başkanı’nın aziz milletimizden derhal özür, Allah’tan da af dilemesini bekliyoruz” sözleri de milletimizin arzuları ve tercihlerine tercüman olarak yanan yüreğine su serptikleri için bunlara da teşekkür ediyor ve iyi dileklerde bulunuyoruz.
Hele, geçtiğimiz güz aylarında, patisinin tarihinde yaptığı olumsuzluklar adına milletimize karşı ve onunla “Helalleşmek” ten bahsetme cesareti ve olumlu tavrını göstere CHP lideri Sayın Kılıçdaroğlu’nun da hem bunun bir göstergesi ve hem de Özer’in söylediklerinden “özür ve af dilemek” e yönelik bir açıklama yapar ve inatlarında kavi olacakları anlaşılan Özer ve benzerlerini partisinden ihracın yolunu açarsa, ona da teşekkür edecek ve iyi dileklerde bulunacağız.