Güncel üç makale…(Köşe yazısı)
TÜRKÇENİN İNGİLİZCE VE İNGİLİZCE GRAMER KAİDELERİ İLE İŞGALİ
Süleyman KOCABAŞ
kocabassuleyman@gmail.com
Dilimizin İngilizce ve İngilizce gramer kaideleri tarafından işgali maddeler halinde şunlardır:
1-Dilimizi İngilizce kelimelerin işgali: Bu süreç, zaten yoğun olarak 1970’li yıların sonlarında başladığı halde, Türkçe karşılıkları ola ola İngilizce kelimelerin dilimizi işgali, zaten dilimizin “en temel meselesi” olarak karşımızda durmaya devam etmektedir. Buna, yaşadığınız mahallenizde her gün artarak şahit oluyorsunuzdur. İşyerlerine, yine Türkçe karşılıkları ola ola İngilizce kelimelerden isimlerin verilmesi, bütün şehirlerimizi “Türk şehirleri” olmaktan çıkararak “İngiliz şehirleri ” görünümüne büründürmüştür. Bu durum karşısında 100 yıl önce “Türk İstiklal Harbini niye verdik?” diye sormazlar mı? Bunlardan daha da tehlikesi İngiliz gramer kaidelerinin dilimizi işgalidir ki bunar da şunlardır:
2-Dilimizin bağlaçlarından “ve” yerine “&” nin kullanılmaya başlanması: Süt & Et Ürünleri gibi. Doğrusu vi Türkçesi: Süt ve Et Ürünleri.
3-Dilimizde çoğul eklerimiz “-ler, – lar” yerine İngilizce çoğul eki “s” nin kullanıma girmesi: Ali’s İnşaat gibi. Doğrusu ve Türkçesi: Aliler İnşaat.
4–Dilimizde “ -den beri” nin yerine İngilizcesi “since” nin kullanılması: Güneş Kuruyemiş Since 1951 gibi. Doğrusu, 1951’den Beri Güneş Kuruyemiş.
5-Dilimize girmiş İngilizce kelimeleri aslı gibi yazma hatası: Dünya’da yazıldığı gibi okunan tek dil Türkçedir. Bu, dilimizin diller içinde en üstün özelliklerinden birisidir ve öğrenilmesini de kolaylaştırır. Bu sebepten, dilimize yabancı dillerden giren kelimeler, kendi ses uyumumuza göre uyarlanarak alınmıştır. Buna bir örnek, dilimize İngilizce aslından giren “Group”, ses uyumumuza uygun olarak “Grup” yazılır ve okunur. Söz gelimi bir işleri ismi olarak işyerinin alnına “Güneş Group” yazmak yanlıştır. Doğrusu, Güneş Grup.
6-İngiliz dilinin kaidelerinden olarak, pekiştirmeli belirtme sıfatı “the” yı Türkçe kelimelerin başında kullanılması hatası: Bir çok işyerinin ve şirketin ismi başında kullanıldığı halde, “The Akdeniz…”, “The Kayseri…”, “The Adana…” demek dil kaidelerimize aykırıdır olup, Türkçeyi “İngilizceye benzetmek” anlamına gelir. İçinde hiçbir İngilizin yaşamadığı ve ikamet eden yerli halktan da hiç kimsenin İngilizce bilmediği bir mahallede cadde üzerinde bir işyerine The Akdeniz Agricultural Market ismini vermek yanlıştır. Bu ancak sömürgelerde olur. Türkiye bir sömürge ülkesi değildir. Doğrusu ve milli, yerli, ilmi olması için Akdeniz Tarım Pazarlama veya Akdeniz Tarım Ticaret isimleri konulmalıdır.
7-Yine dilimiz kaidelerinden birer edat ekleri olan “-nin, -li,- den” yerine geçirilmek için İngilizce edat “of” un kullanılmaya başlanması: Nohut of Pilav’s işyeri ismi gibi. Doğrusu, Pilavlı Nohut veya Nohutlu Pilav.
8-İngilizce ve Türkçe kelimeleri birleştirerek, dilimizin imlasına aykırı “melez” kelimeler üretmek özentisi: Güzellife Perde gibi. Doğrusu, Güzel Hayat Perde.
9-Türkçe kelimeleri İngilizce kelimelere benzetmek özentisinden kaynaklanan dil hastalığı: Bir örnek, sözlükte “mahalleler, yerler” anlamına gelen “mahal” kelimesini “shell’ benzeri İngilizceye benzeterek “mahall” şeklinde yazmak hastalığı. Mahall Dönerci gibi. Doğrusu, Mahal Dönerci. “Kuzzu Kebap’s ”, “Lezzet Dönerci’mmm” gibiler de İngilizceye benzetmektir.
Yine dilimizi İngilizceye benzetmekten olarak, özellikle şahısların kendi kişisel zevklerine göre hareket ettikleri halde, ne anlama geldikleri bilinmeyen bunları, İngilizcede “s” benzeri kelimelerin sonuna eklemeye yönelik “m”, “a” vb. harflerini getirmeleri yapılanması: Halime’m Butik. Doğrusu, Halime Butik. Kuaför Salon Saç’a. Doğrusu, Berber Saç Salonu.
10-Türk alfabesinde olmayan harfleri kullanmak: Çoğunlukla kullanılan bu harfler W, X, Q, Ʌ, Я, Ǝ harfleridir. Birkaç örnekleme çeşidi: Yıldız Qent Yapı. Doğrusu ve Türkçesi, Yıldız Kent Yapı. HƎrif Sarraf. Doğrusu, Herif Sarraf, KɅRɅKɅYɅ Yaprak Döner House. Doğrusu, Karakaya Yaprak Döner Evi.
11- Tarihte fetih ederek aldığımız ve Türkçeleştirerek kendi kimliğimize kazandırdığımız şehirlerimizin başlarını “the” koyarak İngilizceye benzetmek yanında, Roma-Bizans isimleri asıllarıyla yazılmaya yönelik MİLLİ HAYSİYETSİZLİK HASTALIĞI: “Anadolu’yu Türkleştirmekten çıkarmak” a da yorumlanabilecek “yaşanan, fiili örnekler” den olarak Kayseri’den şunları verebiliriz: “The Kayseri Forum Residences”, “The Kayseri Loft” ve “Kasseria AVM.” (Kasseria, bir Roma –Bizans şehir ismidir. Atalarımız, bunu Türkçeleştirmek için “Kayseri” demişlerdir). Bunların doğruları ve Türkçeleri de şunlardır: Ailelerin oturduğu Kayseri’nin göbeğinde (Ankara’nın Kızılay’ı, İstanbul’un Taksim’i gibi) 25’er katlı iki apartman bloğu olarak “Kayseri Evleri”, yine ailelerin ikamet ettiği apartman “Kayseri Çatı Katı (Evleri)”, bir alışveriş merkezi olarak “Kayseri AVM.”
Bütün edebiyatçı yazarlarımız ve dil uzmanlarımız, yabancı bir dilden bir başka dile, bu dilin gramer kaidelerinin (dil bilgisi usulleri) alınmasını, alan o dilin “ÖLÜMÜNE GİDEN YOL” olarak değerlendirmişlerdir. Bu açıdan da dilimizi korumak için İngilizlerin değil, kendi milletimizin dil bilgisi usullerini kullanmalıyız. Aksi takdir de yine, “Türk İstiklal Harbini bunun için mi verdik?” sorusunu sormak mecburiyetinde kalırız ve cevabını aramaya, belki de “Samsun’a yeniden çıkmak” a çalışır, yollarını ararız. Çünkü bu sefer, Yüce Milletimizin “MANEVİ KALELERİ FETHEDİLMEK” üzeredir. Fethedilen maddi kaleler kurtulur ama, fethedilen manevi kaleler bir daha kurtarılamayacağı için bu, bir milletin “EBEDİ ÖLÜMÜ” ne delalet eder.
***
İNGİLTERE – AMERİKA’NIN İSTEDİĞİ KADAR
ZENGİNLİK –MÜSLÜMANLIK VE COĞRAFYAYA SAHİP OLABİLDİK
277 YILDIR (1774 – 2021) NEDEN BOCALIYORUZ?
Biz Müslüman Türk Milleti olarak, 321 yıl (1453 – 1774) Dünya’nın “birinci süper gücü” idik. Bunu, bir Alman kızı ve prensesi Çar (Çariçe) II. Katerina’ nın yönetimindeki 1768 – 1774 Türk – Rus Harbinde ağır bir yenilgiyi uğramamız soncu, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte İngiltere’ye bıraktık. İkinciliğe düştük, Rusya üçüncü, Fransa dördüncü oldu.
Bütün bu olup bitenlerin ardından, 277 YILDIR NEDEN BOCALIYORUZ VEYA NEDEN SÜPER GÜÇ OLAMADIK? Bunun cevabını, “sonuç cümlesi” ile hemen, yani en sonda yazacağımızı en başta yazarak verelim: Çünkü, birbiri ardına gelen dünyanın iki süper gücü İngiltere, (Kısa bir süre Büyük Almanya 1908 – 1918), sonra yeniden İngiltere ve en sonunda Amerika’nın iradesi, hakkımızda yaptığı “algı operasyonları”, “beyinlerimizi kendi lehlerine yıkamaları” sonucu, onların isteklerine teslim ve ram olduk. Giderek onların “Tasmalı Çekirgeleri” ve “Cellatlıklarına âşıklar olmamız” sonucu, 2021 yılı itibariyle de onların istediği kadar zengin (büyük zenginliği önlemek için, ekonomik programları kısıtlı yaptırmak, sanayileşmeden yoksun ‘tarım toplumu’ olmak, kredileri şartlı vermek-Ortadoğu’nun manavı, kasabı olmak şartıyla-, ‘ekonomik ambargolar’ koymak, gizili –açık bir sürü operasyonlar yapmak vb.) ve Müslüman oluşlarımız (Batı’dan dayatma ile ithal Laikliğimizin Laikcilik şeklinde tatbiki) ve üstelik de günümüz Türkiye coğrafyası da Osmanlı döneminde olduğu gibi bize “çok görülmek” e devam ediliyor. Emperyalist yayılmacı ve sömürgecilerin üzerimizde yeni yeni “coğrafi tercihler – yaptırımlar’ dayatmalarıyla karşı karşıyayız. Osmanlı coğrafyası gibi Türkiyemiz de paramparça edilmek, 2-3’e bölünmek (Büyük Birleşik Bağımsız Kürdistan, Büyük İsrail, Büyük Ermenistan) ve belki de daha fazlasına (Büyük Yunanistan, Büyük Bulgaristan) a yeniden bölünmek isteniliyor. Ve “en yakın 2’ye bölünme tehlikesi ” dediğimiz, 1984’den beri üzerimizde devam eden “Vekalet Savaşları” dan olarak “Siyasi Kürtçülük” e dayalı, en büyük payının Türkiye’den alındığı halde, tarihte birer “küçükler” Yunanistan, İsrail ve Ermenistan gibi Ortadoğu’da “Anglo – Sakson ve Kıta Avrupası” na “jandarmaları” olacak “dördüncü bir devlet” planlanmasından (Bu uğurda, 50 yıllık bir “Büyük Bağımsız Kürdistan’ı Kurmak Amerikan Planı” 24 Ocak 1976’dan beri hız kazanarak işliyor). Üstelik de günümüz Türkiyesi gibi işin diğer bir cabası, Müslümanlıklarından daha da soyutlandıkları halde, “Dindar Kürtler üzerinden sekülaristleştirme –laikleştirme operasyonlarının varlığıyla da bu devlet kurulmak isteniliyor. Biz nasıl ki, Batılıların öve öve bitiremedikleri sekülaristlerimizin heykellerini diktiğimiz gibi, yeni bir yapılandırmadan olarak da bütün kitaplarında “Benim dinim Zerdüşlüktür” çığırtkanlığı yapan Apo’nun heykellerini diktirecekler. Zaten “Eş Başkanları” denilen zat, bas bas bağırmıyor mu?: “Apo’nun heykellerini dikeceğiz heykellerini”. O heykel kadar başına taş düşsün emi?)
Yani özetle anlayacağınız, 1071’den beri var olan “Batı Asya Müslüman Türk Dünyası”, bu coğrafyadan “Evangelist – Katolisist – Siyonist –Helenist ‘vaat edilmiş topraklar’ emeller” i ile ilelebet silinmek isteniliyor. Yine bugün de “Doğu Asya Müslüman Türk varlığı” olan Uygur Türklerinin, “Kapitalist Amerika’nın 1972’den başlayarak palazlandırdığı” denilen, Kızıl-Kapitalist Çin Yayılmacılığı ve Sömürgeciliği tarafından tarihten silinmek istenildiği tıpa tıp paralelliği de karşımızda durmaktadır. Orta Asya’daki 5 “Bağımsız Müslüman Türk Devleti” nin geleceği ise, “kaoslar” içindedir.
Dışta düşmanlarımız pek çok. İçte ise, daha da çoktur. Yine önümüze, “Onlar bununla birbirlerini yesinler, takatsiz düşüşünler, biz rahat edelim” diye “dışarıdan atılmış” olan “Demokrasicilik kemiği, oyunu, oyuncağı” yla, iktidarıyla, muhalefetiyle, “Bununla ülkeyi nasıl kemirir, partizanlar olarak soyup soğan çeviririz” in hesapları (Osmanlı’nın I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde olduğu gibi. Onu da bunlar yıkmıştı) yapılıyor. Sanki, “yok sen iktidar olacaksın, yok ben iktidar olacağım, senin yerine ben soyacağım” sendromları içinde 76 yıldan beri (1945-2021) içte birbirimizi yiyor, zayıf düşürülüyor, asıl uğraşılması gereken dışarı ile uğraşamıyoruz. Saki, bu uğurda “gözü dönmüş” olarak her şeyi yapmaya yatkın ve muktedir tip tip siyasiler-politikacılarımızı keşke kırlarda “canavarlar yese” de bunlardan kurtulsak, ülkemiz kurtulsa, giderek bütün İslam âlemi ve Türk dünyası kurtulsa. Nihai tahlilde “İnsanlık” kurtulsa diyebileceğimiz bir durumdayız.
Aziz dostlar, şimdilik bu kadar. Konu başlıklı yazımızda “son” da, “sonuç değerlendirmesi” nde yapacaklarımızı, geleneğin dışına çıkarak başında yaptık ve yazdık. Tarihten başlayarak “giriş ve gelişme” bölümlerini, canlı belgelere dayalı olarak bir başka yazımızda “2 inci bölüm” halinde yazacağız. 23 Nisan 2021
ÖNEMLİ BİR NOT: Tevafuk oldu; birbirine uygun düştü. Yani anlayacağınız, bu yazımızı yazdığımız tarih 23 Nisan Bayramı 101 yıl dönümü tarihi ve kutlamasıdır. Hani hatırlayacaksınızdır, Ankara kalesinden 23 Nisan 1920’de 101 pare top atarak “Kurtuluşumuz İçin Yeni Meclis Kuruldu” yu bütün ülkemiz ve Dünya’ya ilan etmiştik ya!… Ne yazı ki bugün bunu “buruk” kutluyoruz veya hiç kutlayamıyoruz. Çünkü, “Üzerinde Güneş Batmayan Korona –Virüs İmparatorluğu” bizi de topsuz – tüfeksiz teslim aldığı için, şimdi bunu kutlayamıyoruz, mutlu da değiliz. Evlerimize ondan kaçıp hapsolduk. 84 milyon evlerinde üç gün hapis. Virüs için “Laboratuvarda Üretilen Asker, Ajan Bir Mikropla Yeni Bir Haçlı Seferi” diyenler de var. Bu da ciddi olarak araştırılmalıdır.
Yukarıda anlattıklarımız “Tehlikelerin Büyüklüğü” ne bakarak, “Kurtuluş için acaba ülkemizin yeni bir 23 Nisan Meclisi toplamaya ihtilacı var mıdır?” sorusunun cevabını siz okuyucularımıza havale ediyoruz. Veya, “Mevcut TBMM daha nasıl etkin ve yetkin hale getirilebilir” bu da düşünülmelidir…
***
OSMANLI DEVLETİ MONDRÖSÜNDEN
T.C. DEVLETİ MONDRÖSÜNE KISA TARİH
1841 – 1936
Osmanlı Devletinin Boğazalar Üzerindeki Mutlak Hakimiyeti
Osmanlı Devletinin iki boğaz ve Marmara denizindeki mutlak hakimiyeti 1453’de İstanbul’un fethi ile başladı. Bunun anlamı, Osmanlı’nın kendi iradesi dışında hiçbir devletin ne ticaret ve ne de harp gemilerini geçirmemesi demekti.
Osmanlı mutlak hakimiyetini, Rusya karşısında ağır bir yenilgiye uğraması sonucu bu devletle 1774’de imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasıyla kaybetmeye başladı. Rusya artık bir Karadeniz devleti haline geldiği için bastırması sonucu ticaret gemilerine geçiş izni ve imtiyazını ilk defa ona verildi. İyice zayıflaması sebebiyle Osmanlı da artık 321 yıl (1453-1774) süren dünyanın süper gücü olma halini İngiltere’ye bıraktı. Kendisi ikinciliğe düştü.
Rusya’ya verilen yukarıdaki imtiyaz, diğer büyük devletlere de “emsal” oldu. İkinci olarak, 1783’de Avusturya’ya bu hak verildi. Aynı hak, üçüncü olarak I. Napolyon’un Mısırdan çıkarmak için yapılan 5 Ocak 1799 antlaşmasıyla İngiltere’ye de verildi. Bu hakkı, 1806’da Fransa aldı.
Boğazlardan harp gemilerinin geçmesine ilk izin, I. Napolyan’a karşı yapılan 1798 ittifakıyla Rusya’ya verildi. Fransız ordusu Mısır’dan çıkarılınca bu hak Rusya’dan 1801’de geri alındı.
Bu sefer de I. Napolyon Rusya ile dost olup, onunla birlikte 7 Temmuz 1808 Tilsit Antlaşmasıyla Osmanlı topraklarını paylaşıp ona saldırı kararı aldılar. Buna karşı Osmanlı Devleti de İngiltere ile 5 Ocak 1809’da askeri ittifak antlaşması imzaladı. İttifaka göre, harp başlarsa Boğazlar İngiliz harp gemilerine açılacaktı. Savaş tehlikesi ortadan kalkınca bu hak İngiltere’den geri alındı.
1830’lu yıllarda Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyan ederek ordusuyla Kütahya’ya kadar gelmesi, Sultan II. Mahmut’un isteği üzerine Rusya harp gemilerinin 5 Şubat 1833’de Boğaza yeniden gelmesine sebep oldu. Avrupa’nın büyük devletleri buna karşı çıktılar. Mısır ordusuna karşı bir askeri ittifak kurulup, Kasım 1840’da Anadolu ve Suriye’den çıkarılınca 13 Temmuz 1841’de Londra Boğazlar Antlaşması imzalandı.
Türkiye’nin Boğazlar Konusunda Uluslararası Taahhüt Altına Girmesi
Osmanlı Devleti, zayıflığı ve güçsüzlüğü sebebiyle büyük devletlerin bastırması sonucu, 13 Temmuz 1841 Londra Boğazlar Antlaşmasını imzalamakla 1453’den beri var olan Boğazlar üzerindeki mutlak hakimiyetini kaybetti. “Uluslararası Taahhüt” veya “Sözleşme” altına girdi. Bunu göre, sulh zamanlarında Boğazlar bütün devletlerin ticaret gemilerine açık olacak, harp gemilerine kapalı bulunacaktı. Osmanlı Devleti, bir müttefiki ile birlikte harbe girerse, onun harp gemilerine alabilecekti. Rusya, ısrar etmesine rağmen, adı geçen antlaşmayla, Boğazlardan sulh zamanında harp gemilerini geçirebilme hakkını alamadığı için “Antlaşmadan umduğunu bulamayan Rusya oldu” denildi. Ona bunu, “sömürgecilikte rakibi” denilen İngiltere ağırlıklı olarak engellemişti.
Görülüyor ki bütün bu şartları, Osmanlı Devleti, antlaşmaya taraf bütün devletlere taahhüt etmekle, kendi serbest iradesiyle belirleme haklarından vazgeçmiş, Boğazlar “Uluslararası bir statü” kazanmıştı. Antlaşma şartlarından birisi ihlal olunursa, taraflara müdahale hakkı doğmuştu.
1841 Londra Antlaşması, 18 Mart 1915’e kadar yürürlükte kaldı. İtilaf Devletlerinden İngiltere ve Fransa, Rusya’yı ittifaklarında tutabilmek için adı geçen gün ve tarihte “İstanbul Antlaşması” yla Marmara ve Boğazları Rusya’ya verdiler. Rusya da zaten yüzyıllardır böyle bir fırsatı bekliyordu.
24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasıyla Marmara ve Boğazların yönetimi, Milletlerarası bir komisyona verildi. Cumhuriyet Hükümeti, egemenlik haklarına yeniden kavuşmak için fırsat aradı ve bunu bulması sonucu 20 Temmuz 1936’da Montrö Boğazlar Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, az farklılıklarıyla 1841 Antlaşmasının aynısı oldu. Tek önemli farkı, Rusya’nın uzun yıllardan beri ısrarla istediği halde ona verilmeyen sulh zamanlarında harp gemilerinin geçirilmesi hakkının verilmesi oldu. “Antlaşmadan Rusya kazançlı çıktı” denildi. Yine sulh zamanlarında, Karadeniz’le sınırı olmayan devletlerin harp gemileri buraya tonajları küçük tutulduğu halde girebilecekler ve ancak 21 gün kalabileceklerdi.
Türkiye de yeniden “uluslararası taahhütler” altına girmesine rağmen, önceki yönetime nazaran daha kazançlı haklarına sahip olabildi.
Sonuç olarak görülüyor ki, Türkiye, tarihinde güçlü olduğu yıllarda, Boğazlar üzerinde mutlak hakimiyetini kurabilmiş, zayıf Osmanlı’nın son yılları ve TC. Devletinin de zayıf olduğu yıllarda ise, “uluslararası taahhütler veya sözleşmeler” e bağlı kalmak zorunda kalmıştır. Bu yapılanmanın dünyada fazla bir örneği yoktur. Neredeyse yalnızca bize inhisar etmektedir.
Bu da Türk Boğazları ve İstanbul’un Dünya’da jeopolitik ve jeostratejik öneminin emsali olmayan çok büyük olmasından ileri gelmektedir. Bu sebepten zaten, Dünya’nın süper güçleri Boğazlara tek başlarına yerleşmeyi denedikleri ve buna diğerleri itiraz ettikleri için, en onunda “en kalıcı çözüm” denilerek, Türkiye’yi İstanbul ve Boğazlarda “Bütün süper güçlerin çıkarlarını dengeleyen bir ‘denge unsuru’ olarak” onun yaşatılması kararı almışlar, onu, bir nevi burada “Bekçileri” olarak görmüşlerdir.
Bütün bu olup bitenler açısından, Nil’in hediyesi nasıl ki Mısır olmuşsa, Osmanlı’dan günümüze Boğazların hediyesi de Türkiye olmuştur.
Bizim, bugün Çin zulmü ve esaretinde iniminim inleyen Doğu Türkistan’dan tek farkımız işte bu olmuş, bunun için hep şu karşılaştırma ve değerlendirme yapılmıştır: “Uygur Türlerinin de bizim gibi iki önemli boğazları olsa idi, onlarda bağımsız olurlardı.”