Büyük felaket (Köşe yazısı)
TARİH VE GÜNÜMÜZ PENCERESİNDEN
“BÜYÜK FELAKET”
GELMEDEN
İKTİDARI VE MUHALEFETİ İLE AYAĞIMIZI ŞİMDİDEN DENK ALMALIYIZ!…
SAVAŞIMIZ PKK’DAN ZİYADE AMERİKA – BATI – İSRAİL’LEDİR
Süleyman KOCABAŞ
Tarihçi Yazar
kocabassuleyman@gmail.com
1976 – 2026 (2030)
Aziz dostlar, bugünkü köşe yazımızda sizlere hem “Tarih Penceresi” hem de “Günümüz Penceresi” nden bakacak ve sesleneceğiz. Yazımızı herkes okuyarak ve istediği yerde benden izin almaksızın ve telif ücreti ödemeksizin yayınlamak suretiyle daha büyük boyutlarda faydalı olabilir.
Moralinizi fazla bozmayayım ama, millet olarak 2021 yılı itibariyle de son 50 (1976 – 2021) yıldan beri 1918 – 1922’li yıllara tekabül eden “MÜTAREKE DÖNEMİ VE TÜRK İSTİKLAL HARBİ” günlerine benzer “BÜYÜK FELAKET” in içindeyiz. Ülkemizde tarih sanki 100 yıl sonra yeniden tekerrür ediyor. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması eksik, tamam, iyi veya kötü de olsa, artık bunu tartışmaktan kaçınalım ve bu tartışmalarla vakit öldürmeyelim.
Lozan Antlaşması ile Gelen 100 Yıllık Barış ve Huzur Süreci
İsmet Paşa (İnönü), adı geçen antlaşmayı Lozan’da imzalayıp Türkiye’ye ayağının tozuyla döndüğü zaman ne demişti? Şunları demişti: “Antlaşmayı imzalamakla rahat bir nefes aldık. Bu antlaşma, artık en azından 100 yıl süreyle önümüzü açık tutacak, bizi sulh ve huzur içinde yaşatacaktır.” Haklı söylemişti. 24 Temmuz 2023’de 100’üncü yılını dolduracak olan Lozan Antlaşması, gerçekten, Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti Devleti bileşkesinde bize tek başına “100 yıllık bir sükun ve sulh dönemi” kazandırmış ve yaşatmıştır.
Bu 100 yıllık “kazancı” ı Osmanlı’yla kıyaslayalım: Osmanlı’da 1299 – 1922 zaman dilimini kapsayan 623 yıllık ömründe yaptığı hiçbir antlaşma ona “100 yıllık bir sulh ve huzur içinde yaşamak dönemi” yaşatmamıştır. En azından 1876 – 1923 zaman dilimini hatırlayalım. Bu dönemde, aralıkları ortalama her 6 yıl sığan şu antlaşmaları yaptık, yaşadık ve kaybettik: Mart 1878 Ayastefanos Antlaşması, (Neredeyse Balkan topraklarımızın tümünü, Doğu Anadolu’da üç vilayetimizi kaybettiğimiz antlaşma), Haziran 1878 Kıbrıs Antlaşması (Kıbrıs’ı İngiltere’ye kaptırdığımız antlaşma), Temmuz 1878 Berlin Antlaşması (Az toprak kazancımızla Ayastefanos Antlaşmasının benzeri), 1898 Osmanlı-Yunan Antlaşması ( 1897 Osmanlı –Yunan Harbinde zaferi biz kazandığımız halde, koskoca Tesalya’yı Yunanistan’a vermiştik), Ekim 1912 Uşi Antlaşması (Libya ve 12 Adaları İtalya’ya kaptırdık), Mayıs 1913 Londra Antlaşması ( Bütün Balkanları ve Ege Adalarını kaybettik), Ekim 1913 İstanbul Antlaşması (Kendi elimizle kurduğumuz Batı Trakya Türk Devleti’ni yine kendi elimizle yıkarak “Almanya’nın hatırı” na Bulgaristan’a verdik), Aralık 1914 Atina Antlaşması (Bu sefer de 12 adalar haricindeki bütün adalarını kendi elimizle yine “Almanya’nın hatırı” na Yunanistan’a verdik), Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ( Son tutunacağımız topraklar Anavatan Anadolu topraklarının 10 parçaya bölünmesini kabul ederek ve bize de yalnızca Orta Anadolu’nun kalmasını içeren bu antlaşmayı İstanbul Hükümeti olarak imzaladık). Bütün bunlar, Osmanlının son yüzyılında onun “Son Çöküş Belgeleri” idiler. Çok şükür Sevr’i , “Ankara merkezli mücadele” olarak Türk İstiklal Harbini kazanmak suretiyle yırtıp attık ve bugünkü topraklarımız 780 bin kilometrekare toprağı en sonunda “kerhen” de olsa bize vermelerini Anglo –Sakson ve Kıta Avrupası “Ebedi Düşmanlarımız” a 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasıyla kabul ettirdik. Görülüyor ki, Lozan’ı da dahil edersek 47 yılda ortalama 6 yıl aralıklarla 9 antlaşma yapmışız ve Lozan hariç hepsinde de kaybetmişiz. Buradan, yapılışı “tartışmalı, eksik” de olsa Lozan’ın 100 yıllık “kazancı” nı daha iyi takdir ediyor ve anlıyoruz.
100 Yıllık Barış ve Huzur Sürecini İyi Değerlendiremedik, Heba Ettik
İstiklal Harbimiz kazanılıp bu Lozan’la tescil edilince, T.C. Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Paşa “yeni hedef” olarak şunları söylemişti: “Askeri zaferler ekonomik zaferlerle taçlandırılmadıkça kalcı olmazlar.” Paşa, bununla, bu topraklarda ilelebet yaşayabilmemiz için Türkiye’nin ekonomik yönden en azından kendi kendisine yeterli hale gelmesi yanında, bölgesinde de “Dünyanın süper gücü” olmasını işaret etmişti. Etmişti ama, Cumhuriyetin ilanının 100’üncü yıldönümünü idrak edeceğimiz şu yıllarda, tam anlamıyla ne kendi kendimize yeterli hale gelebildik ve ne de bölgemizin süper gücü olabildik. Gerçi birçok mesafeler aldık ama bunlar çok yetersizdir. Almanya, hem I. ve hem de II. Dünya Savaşında yerle bir olmuş ve onu, II. Dünya Savaşında Japonya’nın yerle bir olması takip etmişti. Bize emsal bu iki devlet, en kısa zamanda dünyanın süper güçleri halini geldikleri halde biz tam anlamıyla değil onlara göre çeyrek veya yetersiz bir kalkınma sergiledik ve bence Lozan’ın bize hediye ettiği ve kazandırdığı 100 yılı heba ettik. 100 yıl içinde milli uçağımızı ve mili tankımızı, füzelerimizi yapamamışsak, her türlü süper güç ve her türlü terör bizim üzerimize üşüşür ve bizi parçalama hesapları yaparak, bu haliyle bu güçsüz durumumuzdan faydalanarak hedefine ulaşır…
Hava savunma sistemine yönelik kendi milli füzemizi içte birbirimizle tepişmekten ve ekonomik savurganlıktan hâlâ yapamadığımız için “Amerikan haydut devleti” ile “canhıraş” “füze tartışması ve tepişmesi” içine girdik. Daha düne kadar hep “ebedi düşmanımız” dediğimiz “Rusya’dan S -400 füzeleri alacağız” dedik. Amerika tepki gösterdi: “Bunları sana aldırtmam” dedi. Biz de kendimizi “çocukça” savunduk: “Sen istediğimiz petroit füzelerini vermediğin için biz de almak zorunda kaldık” dedik. Haydut niye versin ki, zaten kendisi için “Amerika Türkiye’ye karşı harbe hazırlanıyor” deniliyor. Milyarlarca dolar ödeyerek Rusya’dan S- 400’ lerini alıp getirdik. “Haydut Devlet” bu sefer de “Bu füzeleri sana kullandırtmam, depona at çürüt” demek cüretkarlığını bile gösteriyor. Bizimkiler de “Gel anlaşalım, nasıl kullanacağımızı birlikte kararlaştıralım” garabetini gösterdiler. Böyle devlet yönetilir mi? Haydut Devlet “olur” veriyor. Bunun için “Ortak Komisyon” ucubesi kuruluyor. Amerikalı uzmanlar tıpış tıpış ülkemize gelip, “şöyle kullanacaksınız, böyle kullanacaksınız” türünden talimatları verip çekip gidiyorlar. Bizimkiler de tıpış tıpış Amerika’ya giderek, “yalvarırcası” na “N’olur istediğimiz gibi kullanalım” a yönelik dil döküyorlar. Şimdi bunlar oldu mu?…Sonra, Yunanistan’ın da Rusya’ dan “Türkiye’ye karşı harbe hazırlık” amacıyla S- 300 füzeleri alması karşısında “Haydut Devlet” miş “NATO” imiş, bunların ona tek bir sözleri yok. Yunanistan acaba bunları almakla “NATO standartlarına uydu mu” da ona ses çıkarmıyorlar veya “it iti ısırmak istemediği” için mi? Güçleri hep Türkiye’ye yetiyor. Bizimkiler de adı geçen iki haydutu “susturmak” kabilinden daha da büyük garabetler sergiliyorlar: “Sesinizi çıkarmadığınız Yunanistan S- 300’leri Girit’te nasıl kullanıyorsa biz de s400’leri öyle kullanalım” içi boş yumurtasını yumurtluyor. Bu da oldu mu?… Biz S- 400’leri “süs” için almadık. En iyisi, soğan ekmek yiyip tasarruf yaparak daha da gelişmiş S-800’ler (veya T-800’ler –Türkiye -800) adını verebileceğimiz “milli hava savunma füzemiz” i en kısa zamanda kendimiz yapalım, böylece ne Amerika, ne NATO ne de Yunanistan haydutları ile tepişmekten kurtulalım!… Bunu yapmaya mecburuz. Çünkü, atalarımızdan Sultan Abdülhamid ne demiş, ona bakalım: “Atalarımız çadırlarını Avrupa sırtlarının geçit alanına kurmuşlardır. Bu sebepten bu topraklarda güçlü olmadığımız sürece bize sulh, sükun ve huzur yüzü görmek yoktur.”
100 Yıl Öncesinde Olduğu Gibi Günümde de Savaşımız “Amerika –Batı- İsrail Şer Üçgeni” yledir
Şu günlerde gerçi “geçici” de olsa ve böyle olduklarına inandığımız “birinci problemimiz” olarak “Pardemi Belası” nı yaşıyoruz. Bu bizleri her alanda en kötü ve olumsuz bir şekilde etkiledi ve “Ekonomik Problemlerimiz” i de tetikleyerek ön plana çıkardı. Şimdi bunlarla boğuşuyoruz.
Pandemi de ekonomik problemlerimiz de er veya geç aşılır ama, daimi ve kalıcı olan ve önümüzdeki yıllarda ülkemizi bölünmeye kadar vardıracak olan “BÜYÜK FELAKET” getirecek “PKK – TERÖR SORUNU” başımızı tâ 1984’den beri devamlı ağrıtmaya devam ediyor ve bu gidişle edecektir de. “Bir milletin içine düşeceği en büyük felaket, durumu ve vaziyetinin ne olduğunu bilmemesidir” denilir. Çok doğrudur. Bütün olup bitenlere bakarak yıllardan beri hep, “PKK terörü ile mücadele ediyoruz ve kazanacağız” diyoruz ama, işin esasına bakılırsa, asıl olarak “Amerika –Batı –İsrail Şer Üçgeni” ile savaştığımızın neredeyse hiç farkında değiliz. Kuklalarla, sivrisineklerle savaşıyoruz ama, onların bataklıklarını besleyenlerle savaşmıyoruz, savaşamıyoruz ve hatta daha da ‘absürt” ü onlardan “Müttefiklerimiz, stratejik ortaklarımız, dostlarımız vb.”(Ama onlar bizim için hiç de böyle demiyorlar ve tersini söylüyorlar) şeklindeki ‘absürt” üsluplarımızla “PKK-YPG’yi terör örgütü olarak kabullenin, onlarla mücadelede bize yardım edin” içi boş yumurtasını yumurtlayıp duruyoruz. Terörü asıl olarak bunların doğurduğunu ve beslediğini bile sanki bir “deve kuşu hikayesi” benzeri “görmemezlikten” geliyoruz. Yazık!… Çok yazık!.… Ülke ve devlet böyle yönetilir mi?…
24 Ocak 1976’da Amerikan Başkanı Jimmy Carter’in Önüne Konulan Kalın Klasör
Jimmy Carter, Kasım 1975’de Amerikan Başkanlık seçimlerini kazanmış, 20 Ocak 1976’da Beyaz Saray’a gelerek Başkanlık görevine resmen başlamıştı. Aradan dört gün geçtikten sonra 24 Ocak 1976’da PENTAGON’ dan gelen bir ekip onun masasına “bunu imzalayacaksınız” diye üzerinde “çok gizli” yazılı kalın bir klasör koymuştu. İçinde neler vardı derseniz? Şunlar vardı: Adı geçen tarihten başlayarak 50 yıl (1976 – 2026) içinde (Zamanın süper gücü İngiltere’nin de 1898 – 1948 dönemini kapsayan 50 yıllık “İsrail Devleti’ni Kurmak Projesi” klasörü olmuş planlanan süre içinde amacına ulaşmıştı) hem Amerika’nın hem de İsrail’in “güvenliğini sağlamak” ,”enerji kaynaklarına konmak”, “Büyük İsrail” i kurmak yanında, bu üç emele hizmet edecek olan Ortadoğu’nun göbeğinde “BİRLEŞİK BAĞIMSIZ BÜYÜK KÜRDiSTAN” ı kurmak için, 2026’ya kadar İran, Irak, Suriye ve Türkiye’den daha büyük parça toprak aldığı halde adı geçen devleti kurmaya yönelik, planlı ve programlı olarak bunun nasıl gerçekleştirileceğini ihtiva eden “çok gizli” belgeler yer alıyordu. Böyle bir klasörün varlığını inkar etseler bile, 1978’de PKK’nın kuruluşundan beri yaşanan olayların mantığı tek başına, böyle bir klasörün veya bir başka benzerinin bulunduğunu mutlaka ortaya koyar.
Başkan Carter, klasördekileri imzalayıp adı geçen devlet kurma projesi yürürlüğe konulunca, bu uğurda ilk kilometre taşlarından birisi olarak Abdullah Öcalan’a 1978’de PKK terör örgütü kurduruldu. 12 Eylül 1980 Darbesi ve Rejiminin bitişi beklenerek, Ağustos 1984 Eruh saldırısı ile 13 jandarmamızın şehit edilmesiyle ilk terör olayı başlatıldı. Bu ilk olay başlatılınca Apo ne demişti: “İlk kurşunu attık, devletimiz kurulana kadar kurşunları atmaya devam edeceğiz.”
Yeni Bir İstiklal Savaşı Veriyoruz
Evet! Bugün yeni bir İstiklal Savaşı veriyoruz!… Kuklalarla, sivrisineklerle mücadeleyi bir kenara bırakalım, bataklığı besleyen asıl hasmımız, “Amerika – Batı- İsrail Şer Üçgeni” ni öncelikle yola getirelim. Sayın Erdoğan’ın Sayın Kılıçdaroğlu için “PKK terörünün sorumlusu sensin”, Sayın Kılıçdaroğlu’nun da Sayın Erdoğan için “Hayır ben değil terörün sorumlusu devletin başı olarak sensin” kısır, yakışıksız ve çocuksu çekişmelerini bir kenara bırakmalı, etkili mücadele için “ortak noktamlar” da birleşilmelidir. Bu uğurda, “en yakın tarihimiz” den olarak 1965 – 1980 zaman diliminin Demirel –Ecevit hastalıklı iki politikacının yaşanılan halleri bizim için “en iyi” örnektir. Adı geçen zaman diliminde, yine “uluslararası kurgu” dan olarak başımıza sarılan “YARATIÇI KAOS” olarak “REJİM KAVGALI VE İDEOLOJİK SOL –SAĞ TERÖRÜ VEYA ANARSİK OLAYLARI” denilen bunlar karşısında adı geçen hastalıklı ikili politikacının, “iktidarda kalmak veya iktidar olmak” hesapları uğrunda kullandıkları “Anarşinin kaynağı sensin, yok ben değilim sensin, ben iktidar olursam anarşiyi bitiririm vb.” kısır, çocuksu çekişmelerinden dersler almalıyız. Bunların bu “ANARŞİK OLAYLARI DURDURMAK” konusunda “ORTAK BİR NOKTA” bulup bir araya gelememeleri, ırmak üzerindeki dar geçitte “iki inatçı keçi hikayesi” benzeri ikisini de güme götürmüş, 1971 ve 1980 darbelerini sebep olmuştur. Ama asıl güme giden, demokrasiyi sekteye uğrattığı ve ekonomimizin gelişmesine de darbe vurduğu için milletimiz olmuştur. Günümüzün ikilisinden olarak da Erdoğan –Kılıçdaroğlu ikilisinin, asıl hesabın sorulacağı ve sorumluluğun aranacağı “Üçlü Şer Üçgeni”ni birlikte etkisiz hale getirmek yanında, “iktidarda kalmak veya muhalefete ise iktidara gelmek için” kullanmaya yönelik “TERÖRDEN MEDET UMMAK” tan da sıyrılarak “SİYASİ BİR BLOK” oluşturarak birlikte mücadele etmelidirler ki, isimleri tarihe Demirel –Ecevit ikilisi gibi “kötü” değil, “erdemli – kahraman” olarak geçebilsin. Planlanan “Kukla Devlet” in kuruluş tarihi olarak verilen 2026 veya gecikmiş hali 2030’u beklemeyelim. İstiklal Harbimiz günlerindeki gibi iktidar ve muhalefeti ile tam bir birlik olarak, ayaklarımızı denk alarak vatan, millet ve devletimizi kurtaralım. Zira 100 yıl sonrasında da “YENİDEN İSTİKLAL HARBİ” veriyoruz.
Şu günlerde öncelikle, Amerika’nın Irak’a ve özellikle de Suriye’ye taşıdığı 40 – 50 bin tırlık silahlar kime karşı kullanılmak için kime gitti? Acilen bunun hesabı sorulmalıdır. Eskiden hep “DEAŞ’la mücadele için gönderiyoruz” mazeretini uyduruyorlar, yumurtluyorlardı. Günümüz itibariyle 1- 2 yıldan beri DEAŞ da bittiğine göre acaba tırları şimdi hangi gerekçelerle gönderiyorlar? “DEAŞ”ı, “YARATICI KAOS” olarak kullanmak için zaten kendileri yaratmışlar, kurmuşlardı. Hatırlarsınız, eski başkan Donald Trump “DEAŞ’ı Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton birlikte kurdular” dememiş miydi? Şu haliyle Suriye bugün, DEAŞ “Yaratıcı Kaosu” kullanılarak Amerika, Rusya ve İsrail’in (Golan tepelerini Birleşmiş Milletler Teşkilatı karşı çıktığı halde Amerika’nın aktif desteğiyle ülkesine kesin ilhak etmesi) işgali atına girmiştir. “Esed” üzerindeki “mezhep nüfuzu, politikası –ideolojik gömleği giymesi” sebebiyle İran da burası ile sınırı olmadığı halde havadan Suriye üzerinde bir çeşit ”işgalci” sayılır. Türkiye’nin Suriye’deki varlığı “işgal” için değil, “kendi güvenliğini sağlamak” yanında komşusu olarak “Suriye’nin toprak bütünlüğünü” koruyarak, bölgede istikrarı sağlamaktır. “Suriye Sorunu” na kalıcı bir çözüm bularak yazımızda adı gecen, Amerikan – İsrail ikilisinin “Jandarması” olacak ve Kürt kardeşlerimize de hiçbir fayda sağlamayacak “kukla, suni ve yapay” devletin kurulmasana engel olmak için Türkiye, Suriye yönetimiyle de temas kuramaz mıdır? Mesela, yarın sabah Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanlığının Ata uçağına binerek “Esed” diye alaya alınan Suriye Devlet Başkanı “Esad” ile “en kalıcı çözüm” için görüşmek uğrunda Şam’a gidemez mi? “Esed diktatördür, demokrat değildir onunla görüşemeyiz” demek yanlıştır. Dünyanın “tek demokratik ülkesi” biz mi kaldık? “Dünyanın en demokrat ülkesi” denilen Amerika, kendi içini bir kenara bırakınız dünyanın neresinde tam demokrattır ki? Çıkarlarının gerektirdiği yerlerde “en koyu diktatörlükler” i bile desteklemekten çekinmez. Tam bir çifte standart sergiler. Sonra, iktidarımız Suriye konusunda giydiği “İDEOLOJİ GÖMLEĞİ” ni artık çıkarıp atmalıdır. Zira, ünlü düşünürümüz Cemil Meriç’in ifadesiyle “İdeoloji gömleği giyen deli gömleği giyer” sözü kulaklarımıza küpe olmalıdır. Hakiki Müslüman olmak başka bir şey “ideolojik tercihler” bambaşka bir şeyler olup çoğu kez “şer” e alâmettir. Türkiye, kendisinin de hayat –memat meselesi haline gelen “Suriye Sorunu” nu çözmek için, zaten kendileri bu sorunun kaynakları ve sebepleri oldukları halde 11 bin kilometre uzakta (önce Trump’dı) şimdi Amerikan Derin Devleti ve Siyonist Yahudi hâkimiyetinin tam emrinde yeni Başkan Joe Biden ve 5 bin kilometre uzakta Vladimir Putin ile neredeyse onlarla çözüm için “yalvarırcası” na görüşmesine gerek yoktur; gerek olmadığı gibi “çok tehlikeli” dir de. Çünkü bu, üzerimize üzerimizi gelen hem de “BÜYÜK FELEKAT VE BÜYÜK TEHLİKE” den biraz da “CELLADINA ȂŞIK OLMAK” statüsünde “medet” ummak gibidir. Komşular kendi meselelerini kendi aralarında çözmelidirler. Öncelikle “diplomatik çözüm” için çok akıllı olmalı, birçok alternatifler masalara yatırılmalıdır. Bu meselede ve mücadelede en iyi akıl sergileyenler kazanacaklardır. Gerekli bütün tedbirler alınmalıdır. Artık beklemeye tahammülümüz yoktur; aksi takdirde yarın çok geç olabilir, atı alan Üsküdar’ı geçerse yapılacak bir iş kalmaz. Tarihin önünde bir tarihçi yazar olarak bizden hatırlatması!… Vesselam. 20 Şubat 2021