Medya-Basın Dünyası

Haberin Peşinde Bir Ömür: Davut Güleç

Röportajın Özeti |

Davut Güleç: Haberin Peşinde Bir Ömür

Kayseri’nin duayen gazetecisi Davut Güleç ile 51 yıllık mesleki deneyim, unutulmaz anılar ve gazetecilik üzerine derin düşünceler

Mustafa Alyaz Röportajı – Detaylı Özet

Hayat Hikayesi ve Kariyer Başlangıcı

1960 yılında Kayseri’de dünyaya gelen Davut Güleç, çocukluğunu Sümer Mahallesi’nde zorlu koşullarda geçirdi. Fabrika işçilerine bardakla ayçiçeği satmak, trenlerde su satmak, ayakkabı boyacılığı yapmak gibi işlerle aile bütçesine katkıda bulundu.

1974 Gazeteciliğe tesadüfen başladı. Erciyes ve Milli Ülkü gazetelerinin yazı işleri müdürlerinin “Sen yapar mısın?” sorusuna verdiği olumlu cevapla spor muhabirliğine adım attı.

1977 İlk basın sigortası yapıldı. Polis-adliye muhabirliğine başladı ve kısa sürede bu alanda Kayseri’nin tek ismi haline geldi.

1984-2003 Milliyet Haber Ajansı (Mil-Ha), Kanal D ve BBC’de görev yaptı. Bu dönemde Türkiye çapında ses getiren pek çok habere imza attı.

1988 Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü’nü kurdu. Kışın kar banyosu ve buzlu suya girme etkinlikleriyle tanındı.

2001 Resmi olarak emekli oldu ancak meslekten kopmadı, Çukurova-Türk Medya grubunda çalışmaya devam etti.

“Hayatı başlı başına bir röportaj aslında… Evet, Davut Güleç’i kelimelerle anlatmak oldukça zor. Hayatını bir belgesel yapsak, dünya ünlülerini aratmaz.”

Mesleki Başarılar ve Önemli Haberler

Polis-Adliye Muhabirliğinde Uzmanlaşma

Davut Güleç, kariyeri boyunca polis-adliye muhabirliğinde uzmanlaşarak Kayseri’den Türkiye’nin gündemine oturan sayısız habere imza attı. Sadece bültenleri yazan bir muhabir değil, olayın ruhunu yakalayan bir hikâye anlatıcısıydı.

TİKKO ve PKK Firarları

Kayseri Cezaevi’nden TİKKO, Nevşehir Cezaevi’nden PKK militanlarının tünel kazarak firar etmesi olaylarını ilk duyuran isim oldu.

Üzeyir Garih Cinayeti

Üzeyir Garih cinayeti zanlısı Yener Yermez’in ilk yakalanma anını haber yaptı.

Talas’ta Kaybolan Çocuklar

Ramazan Bayramı’nda kaybolan ve feci şekilde öldürülen üç çocuğun katilinin yakalanma sürecini takip etti.

Uyuşturucu Operasyonları

Yeşilhisar’da uyduyla tespit edilen Türkiye’nin en büyük uyuşturucu tarlasının bulunup imha edilmesi haberi.

Diğer Önemli Haberler

Kadın askerler haberi, “Kara Ses” Cemalettin Kaplan röportajı, tarihi eser kaçakçılığı, definecilik ve yolsuzluk haberleri.

51
Yıllık Gazetecilik Kariyeri
110
Ülkede Haber Oldu
318.000+
Haber Kaydı
900+
Köşe Yazısı

Sosyal Sorumluluk ve Spor Faaliyetleri

Erciyes Kar Kaplanları

1988’de dağlarda spor yapan bir grubu “Kar Kaplanları” adıyla Türkiye’ye tanıtan haberle başlayan serüven, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü’nün kurulmasıyla somut bir harekete dönüştü. Kışın kar banyosu yapıp buzlu suya girmeleriyle tanınan bu grup, sağlıklı yaşamın önemini vurgulayan bir sembol haline geldi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Tarihi Buluşma

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bir etkinlikte Güleç’i elleriyle karla yıkaması ve koronun programlarına canlı bağlanarak destek vermesi, 110 ülkede 900’den fazla köşe yazısına ve 318 bin habere konu olarak inanılmaz bir tanıtım rekoru kırdı.

Sosyal Sorumluluk Projeleri

  • Mavi Kapak Kampanyası: Engelli bireylere akülü sandalye temini
  • Eğitim Desteği: Köy okullarına kütüphane ve malzeme yardımları
  • Sağlık Projeleri: Kanserli çocukların tedavisine destek
  • Tarihi Miras: Kayseri Lisesi şehitleri anısına Polatlı’da hatıra ormanı
  • Gönüllü Kuruluşlar: Kızılay, Yeşilay ve TEMA’da gönüllü basın sözcülüğü
“Herkesin bu vatana, millete, devlete, topraklara vefa borcu var. Onunla ödeşmeli. Mevki ve makamlar gelip geçici… Hayatı dolu ve doyarak yaşayın. Bunun içinde harekete geçin. Sahipsiz, kimsesiz, yalnız kimseleri ihmal etmeyin. Dağdaki çobanı da, ayakkabı boyacısını da, Cumhurbaşkanını da aynı kabul edin.”

Gazetecilik Felsefesi ve Mesleki İlkeler

“İyi gazetecilik” dediğinizde sizce bu kavram hangi etik, insani ve mesleki temellere yaslanmalı?

“İyi gazeteciliğin yolu, masa başında oturmaktan değil, sahada, halkın içinde olmaktan geçer. Gazeteci, gelen bültenleri kopyala-yapıştır yapmak yerine, eskiden olduğu gibi özel araçlara binmeden, toplu ulaşım araçlarını kullanarak; kültürel, sanatsal ve sportif etkinliklerde aktif rol alarak görevini yapmalıdır.”

“Haber namustur. Yayımlandığı ana kadar onu korumak gerekir. Belki ağır bir benzetme olacak ama haberi, namus addederken bir nevi ‘bakirelik’ gibi korumak gerekir. O ana kadar sus, görme, duyma; üç maymunu oyna ve sabretmeyi, kendine güvenmeyi öğren.”

Genç Gazetecilere Tavsiyeler

  • Kendinize güvenin: Meslekte ayakta kalmanın temel şartı
  • Risk almayı öğrenin: Gazetecilik risksiz olmaz
  • Branşlaşın: Uzmanlaşmış gazeteciler her zaman önde
  • Yalnız çalışmayı öğrenin: “Çantasında bürosunu taşıyan gazeteci”
  • Sürekli okuyun ve araştırın: Bilgi güçtür
  • Etik ilkelere bağlı kalın: Mesleki onur her şeyden önemli

Türkiye Medyasına İlişkin Görüşler

Türkiye medyasında sizce en köklü kırılma ne zaman ve nasıl gerçekleşti?

“Türkiye medyasındaki en köklü kırılma, tek bir olaydan ziyade bir dizi olumsuz gelişmenin birikimiyle gerçekleşti.”

Medyadaki Temel Sorunlar:

  • Basın meslek ilkelerinden uzaklaşılması
  • Holding patronlarının medya sahibi olması
  • Meslek örgütlerinin yetersizliği ve siyasileşmesi
  • Branşlaşmanın sağlanamaması
  • Ajans haberciliğinin yaygınlaşması
  • İletişim fakültelerinin kalitesizleşmesi
  • Gazetecilerin iş güvencesinin olmaması

Geçmiş ve Günümüz Gazeteciliği Karşılaştırması

“Bizim dönemimizde basın suçlarına ilişkin davalar gazete sahibine, genel yayın müdürüne veya yazı işleri müdürüne yönelik açılırdı. Şimdiyse doğrudan muhabire yönelik açılıyor ve muhabir işten atılıyor.”

“Eskiden mesleğimizin öyle bir saygınlığı vardı ki gazeteci geç kaldığında bürokrat bile onu beklerdi. Atanmışlar ve seçilmişler, programlarına ‘Gazeteciler protesto eder.’ korkusuyla belirtilen saatte başlardı.”

Unutulmaz Anılar ve Deneyimler

Tehditler ve Baskılar

Harem-selamlık haberleri nedeniyle işyerinin basılması: “Bir gün büromuzu eli sopalı, şalvarlı, sakallı üç kişi bastı. Bana, ‘Nerede bu Davut Güleç? Bizimle uğraşmasın!’ dediler.”

Cesur Sorular ve Sıra Dışı Röportajlar

Ermeni Patriği’yle yaşanan gergin diyalog: “Fransa’da sözde Ermeni soykırımını tanıyan yasanın kabul edilmesinden sonra, Ermeni Patrikhanesi’nin Türkiye’deki ilk ayini Kayseri’de yapıldı… Patriğe ‘Bu topraklar bizim!’ sözü üzerine ‘Yani Türkler mi bu topraklardan gitmeli?’ diye sordum.”

Riskli Haber Takipleri

PKK’lıların elindeki askerlerin mektuplarını ailelerine ulaştırması: “Milliyet Haber Ajansı’nda çalışırken, Diyarbakır Bürosu’ndan Namık Durukan’ın terör örgütünün Kandil’deki kampına ulaşması ve esir askerlerin mektuplarını getirmesi üzerine, Kayseri ve Kırşehir’deki ailelere bu mektupları ulaştırma görevi bana verildi.”

İlginç Olaylar

  • Bisikletli İl Müdürü: “Kültür İl Müdürü’nün bisikletle valiliğe gidişini haber yapınca TBMM’de gündem oldu.”
  • Trenle Fatura Yatırmak: “Makinistin fatura yatırmaya trenle gitmesi haber oldu.”
  • İlk Erkek Hemşire: “Kayseri’nin ilk erkek hemşiresi Adem Şengül’ü ‘Gönüllü babalık yaptı’ haberiyle tanıttım.”
  • Sünneti Ele Veren Tecavüzcü: “Tecavüzcünün eğri sünnetli olduğunun tespitiyle yakalanması.”

Zor Kararlar ve Etik İkilemler

Bir haberi yazarken ya da yayınlarken içsel olarak en çok zorlandığınız anı hatırlıyor musunuz?

“Evet, hem de çok fazla. Özellikle hastanelerdeki bebek ve organ ticareti iddiaları, güvenlik güçlerine, adliye ve sağlık personeline atılan iftiralar ve kışın karla, arızalarla mücadele eden ekiplerin yaşadıklarıyla ilgili haberler beni her zaman zorlamıştır.”

“Şehit aileleri ve gazilerle ilgili haberler… Bayram arifelerinde şehitliklerde, evlatlarının mezar taşına sarılıp ‘Oğlum, geçen bayram da bu bayram da gelmedin…’ diyerek ağlayan anne babaları görmek…”

Pişmanlıklar ve “Keşke”ler

“Kesinlikle oldu. Özellikle bir fuhuş operasyonunda yakalanan bir kadının fotoğrafını kullanmam, onun yeniden hayata tutunmasını engelledi. Sonrasında zaten polisiye haberlerde ‘buzlama’ uygulamasına geçildi.”

Susturulan Hikayeler

“Hiçbir haber susturulmamalı, korkutulmamalı, engellenmemeli veya çöpe atılmamalıdır. Emeğe saygı gösterilmeli ve eskiden olduğu gibi, iyi haber yapan muhabirler gerekirse ödüllendirilmelidir.”

Yaşam Felsefesi ve Miras

Ayakta Kalma Sırrı

“Kendime olan güvenim, risk almayı sevmem, gerekirse bedel ödemekten çekinmemem ve meslekte hep yalnız hareket etmem. Direndim ve kazandım. Gençlere de tavsiyem budur.”

Hayat Görüşü

“Hayatı dolu dolu ve doyarak yaşayın. Bunun için harekete geçin. Sahipsiz, kimsesiz, yalnız kimseleri ihmal etmeyin.”

“Dağdaki çobanı da, ayakkabı boyacısını da, hurda toplayanları da, Cumhurbaşkanını da aynı kabul edin… Mevki ve makamlar gelip geçici. O nedenle makam ve mevkiler bitince anılarınızla mı yoksa analarınızla mı anılmak istersiniz ona göre zamanı iyi kullanın. Her insan nasıl kundağa sarıldı ise kefene de sarılacak ve ölümü tadacaktır.”

Miras

Davut Güleç, 51 yıllık meslek hayatında sadece haber peşinde koşan bir gazeteci değil, aynı zamanda topluma dokunan, fark yaratan ve ilham veren bir isim olarak tarihteki yerini almıştır. İmza attığı manşetlerde, kurduğu derneklerde, yardım ulaştırdığı binlerce insanda ve ilham verdiği gençlerde onun mirasını aramak gerekir.

Davut Güleç Röportaj Özeti – Haberin Peşinde Bir Ömür

Mustafa Alyaz Röportajı | Tüm Hakları Saklıdır © 2025

Röportajın Tamamı |

Haberin Peşinde Bir Ömür: Davut Güleç

Duayen gazetecilerimizle meslekte yolculuğa devam ediyoruz. Bendeniz Mustafa Alyaz olarak, tecrübeye daima önem vermiş ve meslek büyüklerimizin kararlarına saygı duymuşumdur. Bu röportajımız da Kayseri Kaplan’ı Davut Güleç ile birlikteyiz. Kısaca bir hayat hikayesini anlatmak istedim ama o da binlerce kelimelerden oluştu. Hayatı başlı başına bir röportaj aslında… Evet, Davut Güleç’i kelimelerle anlatmak oldukça zor. Hayatını bir belgesel yapsak, dünya ünlülerini aratmaz.

Davut Güleç kimdir?

Davut Güleç’in hayatı, sadece bir gazetecinin kariyer basamakları değil, aynı zamanda Anadolu’nun bir şehrinden çıkıp zorluklarla dolu bir çocukluktan ulusal çapta tanınan bir gazeteci, spor adamı ve toplum liderine dönüşen bir karakterin ilham verici öyküsüdür.

Sümer’in Tozlu Yollarından Gazete Manşetlerine

1960 yılında Kayseri’de dünyaya gelen Davut Güleç,  Sümer İlkokulu ve ortaokulunda okudu.  Yaşamı, Sümer Dokuma Fabrikası’nın gölgesinde, hayatın zorluklarıyla erken yaşta tanışarak başladı. Fabrika işçilerine bardakla ayçiçeği satmak, trenlerde su satmak, ayakkabı boyacılığı yapmak gibi işlerle geçen çocukluğu, ona metaneti ve çalışkanlığı öğretti. O yılların Kayseri’si, birinci katlara yaklaşan kar yığınlarının imece usulü küreklerle açıldığı, komşuluk ve dayanışma ilişkilerinin mükemmel olduğu, ancak aynı zamanda Kayseri-Sivas maçı gibi toplumsal gerilimlerin çocukları haftalarca sokağa çıkmaktan alıkoyduğu bir yerdi. Bu sosyal doku içinde, mahalle imamı rahmetli Salim Amca’nın muhtaç çocuklara “Baban aldı, sana vermemi söyledi” diyerek gizlice yaptığı yardımlar gibi incelikler, Güleç’in karakterini şekillendiren temel taşlar oldu.

Bir Tesadüf ve Bir Tutkunun Doğuşu: Gazetecilik Yılları

Gazetecilik, Davut Güleç’in hayatına 1974’te, Kıbrıs Savaşı’nın yaşandığı bir dönemde, bir tesadüfle girdi. Sümer stadındaki amatör maçları takip edecek birini arayan Erciyes ve Milli Ülkü gazetelerinin yazı işleri müdürlerinin “Sen yapar mısın?” sorusuna verdiği olumlu cevapla mesleğe ilk adımını attı. Ortaokulu bitirdikten sonra, arkadaşlarının tıp fakültesi hayallerini bir kenara bırakıp gazeteciliğe devam etmek için Akşam Lisesi’ne kaydolması, onun bu mesleğe olan tutkusunun ilk ve en net işaretiydi. Saman kağıda elle yazdığı polis bültenlerinden, “Sales” (Acı Kahve) adıyla kaleme aldığı köşe yazılarına uzanan bu ilk dönem, onu yerel basamaklardan ulusal arenaya taşıyacak yolun başlangıcıydı.

1977’de sigortalı olarak çalışmaya başladığı mesleğinde, Kayseri’nin yerel gazetelerinden sonra Günaydın ve Tercüman gibi büyük gazetelerin yerel yayınlarında, ardından Milliyet Haber Ajansı ve Kanal D’nin Kayseri Bölge Temsilciliği’nde görev aldı. Özellikle polis-adliye muhabirliği alanında uzmanlaşarak Kayseri’deki tek isim haline geldi ve bu alanda sayısız ödüle layık görüldü. TİKKO ve PKK militanlarının cezaevi firarları, kan davaları, Türkiye’nin en büyük uyuşturucu tarlalarının ortaya çıkarılması, Üzeyir Garih cinayeti zanlısının yakalanması ve Talas’ta kaybolan üç çocuğun katilinin bulunması gibi Türkiye gündemine oturan pek çok habere imza attı. Bu süreçte aracının devrilmesi, haber takibindeyken uçurumun kenarında durması ve bir haberi nedeniyle iş yerinin basılması gibi pek çok tehlike atlattı ancak “Kimse devletten güçlü değil” diyerek tehditleri ciddiye almadı.

Gazetecilik kariyerine paralel olarak eğitimini de sürdüren Güleç, Açık Öğretim Fakültesi’nde Halkla İlişkiler ve Tanıtım ön lisans programını ve ardından Kamu Yönetimi lisans bölümünü tamamladı. 2001 yılında emekli olmasına rağmen meslekten kopmadı ve Çukurova-Türk Medya grubunun Kayseri Temsilciliği görevini üstlenerek aktif gazeteciliğe devam etti.

Manşetlerin Ötesinde Bir Yaşam: Spor, Toplum ve Gönüllülük

Davut Güleç’in kimliği, yalnızca imza attığı manşetlerle sınırlı değildir. O, aynı zamanda bir spor tutkunu, bir sivil toplum lideri ve bir doğa aşığıdır. 1988’de dağlarda spor yapan bir grubu “Kar Kaplanları” adıyla Türkiye’ye tanıtan haberle başlayan bu serüven, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü’nün kurulmasıyla somut bir harekete dönüştü. Kışın kar banyosu yapıp buzlu suya girmeleriyle tanınan bu grup, sağlıklı yaşamın önemini vurgulayan bir sembol haline geldi. Bu faaliyetler, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dikkatini çekti; Gül, bir etkinlikte Güleç’i elleriyle karla yıkadı ve koronun programlarına canlı bağlanarak destek verdi. Hatta bu sıradışı aktiviteler, Erciyes Üniversitesi tarafından uluslararası bir araştırma konusu haline getirilerek Dünya Tıp literatürüne girdi.

Güleç’in toplumsal katkıları da hayatında önemli bir yer tutar. Okul Aile Birliği başkanlığı sırasında öğrencileri ücretsiz olarak Erciyes ve Kapadokya’ya götürdü. Tarihi Kayseri Lisesi Mezunları Derneği’nin ikinci başkanı olarak, Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşen lise öğrencileri anısına Polatlı’da bir hatıra ormanı kurulmasını sağladı. “Mavi Kapak Kampanyası” ile engelli bireylere akülü sandalye temin etti, köy okullarına kütüphane ve malzeme yardımlarında aracılık etti ve kanserli çocukların tedavisine destek oldu. Kızılay, Yeşilay ve TEMA gibi kuruluşlarda gönüllü basın sözcülüğü yaparak sivil topluma hizmet etti.

Bir Yaşam Felsefesi Olarak Hizmet

Davut Güleç’in hayat hikayesi, kişisel başarıların toplumsal faydaya nasıl dönüştürülebileceğinin canlı bir kanıtıdır. O, sadece olayları haberleştiren bir gazeteci değil aynı zamanda haber yaptığı toplumun sorunlarına çözüm arayan bir aktivisttir. Kendi kurduğu “Kaplanlar Korosu” ile konserler veren, yerel televizyonlarda programlar hazırlayıp sunan, üniversitelerde tecrübelerini gençlerle paylaşan çok yönlü bir kişilik olarak öne çıkar.

Onun yaşam felsefesi, kendi sözlerinde özetlenir: “Herkesin bu vatana, millete, devlete, topraklara vefa borcu var. Onunla ödeşmeli. Mevki ve makamlar gelip geçici… Hayatı dolu ve doyarak yaşayın. Bunun içinde harekete geçin. Sahipsiz, kimsesiz, yalnız kimseleri ihmal etmeyin. Dağdaki çobanı da, ayakkabı boyacısını da, Cumhurbaşkanını da aynı kabul edin.” Bu sözler, Sümer’in zorlu şartlarında başlayıp Türkiye’nin zirvelerine uzanan bir yaşamın ardındaki derin bilgeliği ve insan sevgisini yansıtmaktadır. Davut Güleç, mesleği, toplumsal katkıları ve yaşam felsefesiyle, ardında sadece haber manşetleri değil, dokunduğu hayatlarda kalıcı bir miras bırakmıştır.

Merhaba sevgili okurlar,

Duayen gazetecilerimizle meslekte yolculuğa devam ediyoruz. Bendeniz Mustafa Alyaz olarak, tecrübeye daima önem vermiş ve meslek büyüklerimizin kararlarına saygı duymuşumdur. Bu röportajımız da Kayseri Kaplan’ı Davut Güleç ile birlikteyiz. Kısaca bir hayat hikayesini anlatmak istedim ama o da binlerce kelimelerden oluştu. Hayatı başlı başına bir röportaj aslında… Evet, Davut Güleç’i kelimelerle anlatmak oldukça zor. Hayatını bir belgesel yapsak, dünya ünlülerini aratmaz. Bu röportajı yaparken, ara sıra Türk Sanat Müziği ve Halk Müziği de dinledik, dinlerken de hayranlığımız bir daha arttı.

Davut Güleç: Kökleri Kayseri’de, Dalları Türkiye’ye Uzanan Bir Çınar

Her insanın hayatı, doğduğu toprağın suyuyla beslenir, yaşadığı dönemin rüzgârıyla şekillenir. Ancak bazı hayatlar, o toprağın ve dönemin ruhunu öylesine derinden özümser ki, adeta bir şehrin, bir kuşağın hafızasına dönüşür. 1960 yılında Kayseri’nin Sümer mahallesinde başlayan Davut Güleç’in hayat hikâyesi, tam da böyle bir anlatıdır. Fabrika düdüklerinin ritmiyle uyanılan, kışları birinci katların pencerelerine dayanan karlarla boğuşulan bir coğrafyada, trenlerde su satıp ayakkabı boyayarak hayata tutunan o küçük çocuk, yıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı’nı Erciyes’in zirvesinde karla yıkayacak, haberleriyle ülkenin gündemini sarsacak ve adını hem gazetecilik tarihine hem de sosyal sorumluluk projelerine altın harflerle yazdıracaktı. Davut Güleç’in yaşamı, sadece bir gazetecinin kariyer öyküsü değil, yokluktan var edilen bir azmin, tesadüflerle şekillenen bir kaderin ve doğduğu topraklara duyulan vefanın destanıdır.

Kökler ve Yoğrulan Yıllar: Sümer Mahallesi’nin Öğrettikleri

Davut Güleç’in karakteri, 60’lı ve 70’li yılların Kayseri’sinde, Sümer Dokuma Fabrikası’nın gölgesinde dövülerek şekillendi. O yıllar, “hava saldırısı olacak” söylentileriyle evlerin camlarına siyah örtülerin gerildiği, soğuk savaşın soğuk nefesinin Anadolu’da hissedildiği zamanlardı. Ancak bu zorlukların ortasında, insanı insan yapan değerler en parlak haliyle yaşıyordu. Karnı acıktığında hiç çekinmeden simit istediği Türkan öğretmenin şefkati, mahalledeki tüm çocukların ihtiyacını “Baban aldı, sana vermemi söyledi” diyerek gizlice karşılayan Sümer Camii imamı rahmetli Salim Amca’nın erdemi, Güleç’in ruhuna işleyen ilk ve en kalıcı derslerdi.

Çocukluğunu, fabrika işçilerine bardakla ayçiçeği satarak, pazar yerinde karpuz boşaltarak geçirmesi, ona hayatın en ham, en gerçek yüzünü gösterdi. Bu tecrübe, ileride “dağdaki çobanı da, cumhurbaşkanını da aynı kabul etmesini” sağlayacak olan derin bir empati ve insan sevgisinin temelini attı. Kayseri-Sivas maçı sonrası çıkan olaylar yüzünden çocukların günlerce sokağa çıkamadığı o gergin atmosfer, ona toplumsal olayların bireyler üzerindeki etkisini çok erken yaşta öğretti.

Tesadüften Doğan Tutku: Gazeteciliğe Adım

Hayat bazen en büyük fırsatları en beklenmedik anlarda sunar. 1974 yılı, Türkiye için Kıbrıs Barış Harekâtı’nın, 14 yaşındaki Davut için ise hayatının dönüm noktasının yaşandığı yıldı. Düvenönü’ndeki matbaada çalışan ağabeyinin yanına bir gidişi, kaderin ağlarını ördüğü an oldu. Bölgenin en çok satan gazetelerinden Erciyes ve Milli Ülkü’nün yazı işleri müdürleri, Sümer Stadı’ndaki amatör maçları takip edecek birini arıyorlardı. Karşılarında duran bu hevesli ortaokul öğrencisine, “Sen tarif etsek yapar mısın?” diye sordular. “Evet” cevabıyla başlayan o gün, Güleç’in yarım asrı aşan gazetecilik serüveninin ilk adımıydı.

Kısa sürede kendini kanıtladı. Saman kâğıda elle yazdığı polis bültenlerinden, “Acı Kahve” anlamına gelen “Sales” takma adıyla kaleme aldığı köşe yazılarına kadar mesleğin her alanına dokundu. Arkadaşlarından gelen “Dışarıdan okuyup Tıp fakültesine gidelim” teklifini, içindeki gazetecilik ateşini söndürmemek için reddetmesi, bu mesleğin onun için geçici bir heves değil, bir yaşam biçimi olacağının en net kanıtıydı.

Haberin Peşinde Bir Ömür: Türkiye’yi Sarsan Manşetler

Davut Güleç, kariyeri boyunca polis-adliye muhabirliğinde uzmanlaşarak Kayseri’den Türkiye’nin gündemine oturan sayısız habere imza attı. O, sadece bültenleri yazan bir muhabir değil, olayın ruhunu yakalayan, perde arkasındaki insani trajedileri ve ilginç detayları gören bir hikâye anlatıcısıydı. TİKKO militanlarının Kayseri Cezaevi’nden, PKK’lıların ise Nevşehir Cezaevi’nden tünel kazarak firar etmesi, Talas’ta kaybolan üç çocuğun feci şekilde öldürülmesi ve katilinin yakalanma süreci, Üzeyir Garih cinayeti zanlısı Yener Yermez’in ilk yakalanma anı gibi ülke çapında ses getiren olayları ilk duyuran isimlerden biri oldu.

Haberleri sadece adli vakalarla sınırlı değildi. Erciyes Üniversitesi’nin inşaatı sırasında ameliyathanesinin unutulmasından, “Kara Ses” Cemalettin Kaplan ile yaptığı röportajlara, Türkiye’nin ilk ithal etlerinin imha kararına rağmen sahte belgelerle halka yedirilmesine kadar pek çok yolsuzluğu ve toplumsal sorunu cesaretle gündeme taşıdı. Bu süreçte tehditler aldı, çalıştığı gazete binası basıldı, haberden dönerken aracı devrildi. Ancak o, “Kimse devletten güçlü değil” diyerek inandığı yolda yürümeye devam etti. Yaptığı haberler ona Türkiye, Kayseri, Aksaray ve Nevşehir Gazeteciler Cemiyetleri başta olmak üzere çok sayıda kurumdan ödüller kazandırdı.

Erciyes’in Zirvesinden Dünyaya: Bir Sosyal Fenomen Olarak “Kar Kaplanları”

Davut Güleç’in kimliğini tanımlayan bir diğer büyük tutkusu ise spora ve doğaya olan bağlılığıydı. Bu tutku, onu sadece bir spor yazarı yapmadı; aynı zamanda Kayseri’nin simgesi Erciyes Dağı’nda bir sosyal fenomen yaratan bir lidere dönüştürdü. 1988’de dağda spor yapan bir grubu Türkiye’de ilk kez “Kar Kaplanları” adıyla haberleştirdi. Başlangıçta toplumun yadırgadığı “kar banyosu” ve “buzlu suya girme” gibi etkinlikleri, sağlık ve zindelikle birleştirerek ulusal basında ısrarla tanıttı.

Bu çabalar, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü’nün kurulmasıyla taçlandı. Güleç’in liderliğindeki bu kulüp, sadece bir spor topluluğu olmanın ötesine geçerek, sosyal mesajlar veren, Cumhuriyet ve Zafer Bayramlarında tırmanışlar düzenleyen, gençlere ve topluma yönelik projeler üreten bir sivil toplum hareketine dönüştü.

Bu hareketin zirve noktası, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Erciyes’te gerçekleştirdiği kar banyosu oldu. Güleç’in, Cumhurbaşkanı’nı elleriyle aldığı karla yıkadığı o an, 110 ülkede 900’den fazla köşe yazısına ve 318 bin habere konu olarak inanılmaz bir tanıtım rekoru kırdı. Kayseri Sümer Mahallesi’nden çıkan o çocuk, artık sadece Türkiye’nin değil, dünyanın tanıdığı bir figürdü. Hatta bu sıra dışı aktiviteler, Erciyes Üniversitesi tarafından uluslararası bir bilimsel araştırmanın konusu haline gelerek Dünya Tıp literatürüne girdi.

“Vefa Borcu”: Topluma Adanmış Bir Hayat

Davut Güleç, hayat felsefesinin merkezine “vatana, millete, devlete ve topraklara vefa borcunu ödeme” ilkesini koydu. Bu felsefe, onu sayısız sosyal sorumluluk projesinin kalbine yerleştirdi. Okul Aile Birliği başkanlığı sırasında okuldaki tüm öğrencileri Erciyes’e ve Kapadokya’ya ücretsiz götürdü. Kurtuluş Savaşı’nda son sınıf öğrencilerinin tamamını Sakarya Meydan Muharebesi’nde şehit veren tarihi Kayseri Lisesi’nin öğrencilerini, şehit düştükleri topraklara götürerek orada bir “hatıra ormanı” kurulmasını sağladı.

Mavi kapak kampanyalarıyla engelli bireylere akülü sandalyeler temin etti, köy okullarına kütüphaneler, sıralar kurdu, kanserli çocukların hayallerini gerçekleştirdi, Bosna’daki savaş mağduru öğrencilere yardım elini uzattı. TEMA, Kızılay, Yeşilay gibi kuruluşların gönüllü basın sözcülüğünü üstlendi. Onun için yardımseverlik, bir PR faaliyeti değil, bir yaşam biçimi, bir vicdani sorumluluktu.

Bir Ömrün Mirası

Davut Güleç’in hayatına bakıldığında, tek bir mesleğe veya kimliğe sığdırılamayacak kadar zengin bir mozaik görülür. O, Türkiye’nin nabzını tutan cesur bir gazeteci, Erciyes’i bir marka haline getiren bir spor adamı, toplumun dertleriyle dertlenen yorulmaz bir aktivist ve köklerine sadık bir Kayseri sevdalısıdır.

Mirasını, imza attığı manşetlerde, kurduğu derneklerde, yardım ulaştırdığı binlerce insanda ve ilham verdiği gençlerde aramak gerekir. Ancak belki de en büyük mirası, kendi sözlerinde saklı olan hayat felsefesidir: “Dağdaki çobanı da, ayakkabı boyacısını da, hurda toplayanları da, Cumhurbaşkanını da aynı kabul edin… Mevki ve makamlar gelip geçici. O nedenle makam ve mevkiler bitince anılarınızla mı yoksa analarınızla mı anılmak istersiniz ona göre zamanı iyi kullanın. Her insan nasıl kundağa sarıldı ise kefene de sarılacak ve ölümü tadacaktır.”

Davut Güleç, hayatını tam da bu felsefeyle, dolu dolu ve doyarak yaşamış, adını Kayseri’nin ve Türkiye’nin hafızasına silinmemek üzere kazımış bir isim olarak tarihteki yerini almıştır.

Buraya kadarı Davut Güleç’im kısa bir hayat biyografisiydi aslında. Şimdi, ilk defa duyacağınız anılarıyla birlikte Davut Güleç’i çok daha yakından tanıyacağız.

İşte o röportajımız:

SORU: Gazeteciliğe ilk adım attığınız o günü hatırlıyor musunuz? O anın duygusal ve zihinsel atmosferini bizimle paylaşır mısınız?

GÜLEÇ : Hiç hatırlamaz olur muyum? Daha dün gibi… Kayseri’de Sümer Ortaokulunda ikinci sınıftayken, yani Kıbrıs Savaşı’nın olduğu 1974’te, tesadüfen Erciyes ve Millî Ülkü gazetelerinde spor muhabirliğine başladım. Ağabeyim, gazetenin matbaa kısmında çalışıyordu. Bu gazete, o dönem Kayseri’nin ikinci büyük yerel gazetesiydi. Gazetenin girişinde biri patrona, diğeri yazı işleri müdürüne ait iki masa vardı. Çevredeki sandalyeler de çalışanlarındı. Muhabirler için, gazete kâğıdı (yani SEKA’da üretilen sarı kâğıt) kesilerek ucu zımbalanır ve not defteri yapılırdı. Haber yazmak içinse yine bu kâğıtlar, o dönemin tabiriyle mektup kâğıdı ebadında kesilirdi.

Bir günümüzü özetleyecek olursam: Sabah babam işe gitmeden önce mahalle bakkalından eksikleri ben alırdım. Topluca sinide kahvaltı yaptıktan ya da çorba içtikten sonra siyah önlüklerimizi ve naylon ayakkabılarımızı giyer, annemin hazırlamasıyla okula giderdim. Okuldan sonra eve gelir, dersimi yapar ve gazeteye giderdim. Orada, baskı sonrası fildişi bir tarakla gazetelerin kırımını yapar, onları 25-50’li gruplara ayırır ve “Yazıyor!” diye bağırarak satmaya giderdik; karşılığında da belli bir para alırdık. Ayrıca Sümerbank Bez Fabrikası’nın iki vardiyasında ve Doğu Ekspresi trenlerinde ay çekirdeği, sakız, su satarak ve mahalle arkadaşlarımla kamyonlardan karpuz boşaltarak aile bütçesine katkıda bulunurduk. Bazen de “Bülbül” lakaplı Sümer Camii imamı Salim Hoca’nın kurslarına giderdik.

İşte böyle bir dönemde, bir hafta sonu, gazetenin yazı işleri müdürü Osman Duygulu, 1974’te Sümer Stadı’nda sabah 10.00 ile 18.00 arası oynanan amatör maçlara gidecek muhabir bulamamıştı. Bana bir kâğıt kalem vererek, “Şöyle not al, getir; seni muhabir yapalım.” dedi. Ben de sarı kâğıtları elime alıp denilen notları getirdim ve bir “aferin” aldım. Sonrasında hafta sonları maçlara ben giderek spor haberlerinin muhabiri olarak adımı gazetede yazdırmaya başladım. Tabii ki bir yandan okumaya ve diğer işlere de devam ettim.

1977 Temmuz ayında gazeteden ilk basın sigortam yapıldı. Artık sadece spor haberleri değil, diğer haberlerle de ilgilenmeye; Jandarma-Emniyet bültenlerini alıp onlardan haber üretmeye de başlamıştım. Bana öğretilen her şeyle kendimi geliştirdim. Bazen matbaa kısmına inerek kurşun harflerden oluşan kasada kumpasla haber dizmeyi, dağıtmayı ve sayfa bağlamayı da öğrendim. Gazetede kırım ve satış yaparak, yaptırarak ek gelir elde ettim. Özellikle yılbaşlarında Millî Piyango’nun çekilişleri için Ankara’ya gider, şanslı numaraları getirirdim. Bunları el ilanı şeklinde satarak ve sattırarak hem gazeteye iyi paralar kazandırdım hem de kendimiz kazandık.

Gazetenin sahipleri Mehmet-Atıf Uluyağmur ve bazı çalışanlarla, gazete kâğıtlarının matbaa makinesine yerleştirilmesinden basımına, kırımından satış için gençlere verilmesine, birlikte karnımızı doyurmaktan bazen sinemaya ve eğlencelere gitmeye kadar o günleri dolu dolu geçirdik. Şimdi ne öyle patronlar, ne öyle çalışanlar ne de ilkeli bir meslek kaldı. O günlerde, ikili ilişkiler sayesinde zihinsel ve duygusal bağlar çok güçlüydü. Çünkü herkes farklı olsa da kimse birbirinin kuyusunu kazmazdı; hızlılık, birlik, beraberlik, dayanışma ve paylaşma hâkimdi. Ya şimdi?

1977’nin o kriz döneminde, akaryakıt sıkıntısından dolayı otobüslerin bile kısıtlı çalıştığı bir zamanda, gündüzleri yaya olarak gazetecilik yaparken, bölünmüş mahalleler arasında her gün üç kilometre yürüyerek okula gidip geldim ve Kayseri Akşam Lisesi’ni tamamladım. Açıköğretim Fakültesinde önce Halkla İlişkiler ve Tanıtım Ön Lisans Bölümü’nü, ardından Kamu Yönetimi Lisans Bölümü’nü ve son olarak Adalet Bölümü’nü bitirdim.

SORU: O dönemde gazeteci olmak, sizin için nasıl bir anlam dünyasına karşılık geliyordu?

GÜLEÇ: Bizim o dönemimizde gazetecilik, yürek isteyen bir meslekti; risk almadan, bedel ödemeden ve taraf olmadan yapılamazdı. Duayenlerimiz bize o günleri anlatırken, “Aman oğlum, kendine dikkat et. Kimseye çatma. Okulunu bitir. Bak, bizim tarafımız belli. Gazetelerin başlığının sağında solunda Türk bayrağı ve Atatürk fotoğrafı var. İlkelerimiz de ‘Basın Meslek İlkeleri’ başlığıyla künye bölümünde yazar.” diyerek gösterirlerdi. Bazen bizi genç, tecrübesiz gazeteciler olarak mesleki sempozyumlara, seminerlere de gönderirlerdi. Benim ilk gittiğim konferansı Ankara’da rahmetli Uğur Mumcu vermişti. Ben de o dönemde, “Bir gün ben de onun gibi olacağım.” demiştim. İki yıl daha okursam o hayalimi de gerçekleştireceğim. İlk günkü mesleki muhabirlik heyecanım hâlâ devam ediyor.

Tüm bunları yaparken, bir de Sümer Vazife Evleri’nde geçen çocukluğumuz, gençliğimiz ve arkadaşlıklarımız vardı. Öyle ki, hafta sonları Dokuma Karakolu çevresinde futbol oynardık; hem de bu maçları, güvenli bölge olarak seçilen bu alana gelen yabancı turistlerle birlikte yapardık. Ardından Sarımsaklı Barajı’nın suyunda yüzmeye gider, akşam da Sümer Havuzu’ndaki eğlencelere katılır, Sineması’nda film izlerdik.

SORU: Aileniz ve yakın çevreniz, bu mesleğe adım atışınızı nasıl karşıladı?

GÜLEÇ: Çocukluk ve gençlik dönemimiz, Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası’nın kurduğu bölgede geçti. Bu nedenle hepimiz çok hareketliydik; hayatı görerek, duyarak ve yaşayarak öğreniyorduk. Okulda öğretmenlerimizin disiplini ve sevgisiyle; millî ve dinî bayramların coşkusunu unutmadan; Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, Türk milletine ve Türk bayrağına duyduğumuz sevgi, onur ve gururla yetiştik. Hal böyle olunca, gazetecilik benim için altın değerinde bir fırsattı. Kayseri’nin ikinci büyük, günde 5 bin satan Millî Ülkü gazetesinde çalışırken bir yandan okuyor, bir yandan aile bütçesine katkıda bulunuyor, hobilerimi ve eğlencelerimi de ihmal etmiyordum.

Bu konudaki en ilginç anım, kadrolu olarak aldığım ilk maaşımla ilgilidir. O dönemde Birinci, Bafra, Gelincik, Yenice, Asker sigarası gibi filtresiz sigaralar çok değerliydi. Yabancı sigarayı ise genellikle “Almancılar” (gurbetçiler) getirirdi. Samsun 216 sigarası zor bulunurdu; bulan kişi de paketin içindeki kâğıtta “216” rakamını bulursa bir paket hediye sigara kazanırdı. Yağ, benzin, şeker, sigara ve ekmek kuyruklarının olduğu o dönemde ben, ilk maaşımla, her gün üç paket Birinci sigarası içen babama Tekel’den gazeteci kontenjanıyla iki kilo Samsun 216 aldım. Eve götürüp babama, “Sana bir sürprizim var, hediye aldım.” dedim. Babam paketi açınca o kadar çok sevindi ki anlatamam. Sonra, halıcılık yapan karşı komşumuza da yine gazeteci kontenjanından —sanırım 10 litre— benzin almıştım. Komşularımıza ve okul arkadaşlarımıza sarı gazete kâğıdından yaptığımız zımbalı cep defterleri dağıtırdım. Herkes memnun kalırdı, ben de mutlu olurdum. Annem ve babam okumamızı hep teşvik etti. “Aman, okulunu ihmal etme.” derlerdi ama 1977’nin siyasi atmosferine ve yaşananlara bakınca endişelenirlerdi.

SORU: O yıllarda gazetecilik mesleği toplumda nasıl algılanıyordu, siz bu algının neresindeydiniz?

GÜLEÇ: O yıllarda Kayseri’de, mesleğe alaylı olarak başlamış gerçek duayen gazeteciler vardı. Onları tanımak ve onlardan eğitim almak ayrı bir şerefti.

O dönemde, Türk edebiyatının ünlü yazarlarından ve Kayseri 1. Komando Tugayı’nda askerlik yapan Yaşar Kemal’in arkadaşı, Kayseri’nin en büyük yerel gazetesi Ülker’in Yazı İşleri Müdürü rahmetli Mustafa Gümüşkaynak; 1968 kuşağının lideri Deniz Gezmiş ile ilk fotoğraflı röportajı yapan rahmetli Mahmut Sabah; rahmetli büro şefim, duayen Şemsettin Çetinsöz; Hüsamettin Urfalıer; hâlâ hayatta olan Eflatun Aksoy, Mehmet Avni Aydoğan, Osman Duygulu, Murat Taşkın, Mehmet Kocakahyaoğlu, Hasan Sami Bolak, Alim Gerçel, Mehmet Kiracıoğlu, Doğan Ümit Aksel, Üstün Tuncer, Salih Balcı, Ali Yosunlukaya, Necati Şaşmaz ve Kemal Nakipoğlu gibi duayenlerimiz ve birlikte çalıştığımız değerli isimler vardı. Bu ustalar, her gün haberdeki eksiklerimizi ve hatalarımızı söyler, “Aman, ortalık karışık; kendinize dikkat edin!” diye bizleri uyarırlardı.

Şimdiyse onların yerini, bizim dönemimizde ortada olmayıp sonradan kendi hayalî basın tarihlerini yazan, eline fotoğraf makinesi ya da kamera almamış, emniyet veya adliye yüzü görmemiş, sadece tribünlere şov yapan, koltuk sevdalısı sahte duayenler aldı.

SORU: “İyi gazetecilik” dediğinizde sizce bu kavram hangi etik, insani ve mesleki temellere yaslanmalı?

GÜLEÇ: İyi gazeteciliğin yolu, masa başında oturmaktan değil, sahada, halkın içinde olmaktan geçer. Gazeteci, gelen bültenleri kopyala-yapıştır yapmak yerine, eskiden olduğu gibi özel araçlara binmeden, toplu ulaşım araçlarını kullanarak; kültürel, sanatsal ve sportif etkinliklerde aktif rol alarak görevini yapmalıdır. Bir de mesleki temelin özü, bizim duayenlerimizin şu sözüdür: “Haber namustur. Yayımlandığı ana kadar onu korumak gerekir. Belki ağır bir benzetme olacak ama haberi, namus addederken bir nevi ‘bakirelik’ gibi korumak gerekir. O ana kadar sus, görme, duyma; üç maymunu oyna ve sabretmeyi, kendine güvenmeyi öğren.” Bence bu mesleğin etik ve insani temeli budur.

Peki, bunu neden söylerlerdi? Çünkü bugün İletişim Fakültelerinde okuyup not için bizlerden yardım isteyen bazı öğrencilerin, daha sonra özel haberlerini veya çalışmalarını etrafa yayıp başkalarına kaptırdıklarını görüyoruz. İyi bir gazeteci olmak, hazır bir ofiste oturmaktan değil; sırt çantasında ofisini taşıyarak gittiği her yerde, arazide, bir dağın başında, en olumsuz şartlarda bile kendine bir çalışma ortamı kurabilmekten ve meslek ahlakını, kanunlarını bilmekten geçer.

İyi gazeteciliğe yönelik yaptığı haberlere örnek verecek olursam: Büyükşehir olan Kayseri’de, ANAP döneminde Kültür ve Turizm Bakanlığı ayrılmıştı. Mevcut araçlar Turizm Müdürlüğü’ne verilmişti. Vakıflar İş Hanı’na taşınan Kayseri İl Kültür Müdürlüğü’nün ise tek bir aracı yoktu. O dönemde tarihî eser kaçakçılığı ve definecilik resmen patlamıştı. Bu haberleri sık sık yapıyorduk. Kültür İl Müdürü Ali Bey, bu tarih hırsızları ile mücadele edebilmek için Ankara’dan, Bakanlıktan araç tahsisi istemişti. Ben de bu konuyu hem ulusal hem de yerel gazetede sıkça gündeme getiriyordum. Bir gün İl Müdürü Ali Bey, “Davut Bey, aracımız geldi, haberini yaparsan sevinirim.” dedi. Ben de İl Müdürlüğü’ne gittim. Aşağıda araç falan yoktu. Ali Bey’e, “Müdürüm, aracınız nerede?” diye sordum. O da kapının önünde duran resmî plakalı bisikleti gösterdi ve “İşte yeni makam aracımız. Artık definecilerle bu Büyükşehir’de bu bisikletle mücadele edecek, devlet büyüklerini bu şekilde takip edeceğiz.” diye espri yaptı. Bunu Milliyet’te haber yapınca konu hem mizah dergilerinde hem de Meclis’te epey gündem oldu. Sonrasında İl Müdürü’ne bir araç tahsisi yapıldı.

Bir başka örnek vereyim: Kayseri Doğumevi Hastanesi’nin yenidoğan ünitesinde, prematüre olarak dünyaya gelen yedi aylık bir bebek küvöze konulmuştu. Ancak daha sonra elektrik kontağından çıkan bir yangında bebek hayatını kaybetmiş, küvöz de kullanılamaz hâle gelmişti. O küvözün ve içindeki bebeğin fotoğrafını sadece ben çekmiştim. Olayı İstanbul’a bildirdik. Genel Müdürümüz, bir taksiyle filmi Kırşehir’e götürmemi, Ankara’dan Bülent Hiçyılmaz’ın da oraya geleceğini, filmin banyosunu yaparak fotoğrafları telefoto ile geçmemizi söyledi. Kırşehir’e gittim. Bülent Bey, en karanlık yer olarak Kırşehir Stadı’nı seçti ve orada filmin banyosunu yaptı. Kırşehir muhabirimiz Nurettin Turunç’la buluşunca onun iş yerinde fotoğrafları bastık ve İstanbul’a geçtik. Haber manşetten yayımlandıktan sonra Türkiye genelindeki tüm küvözlerin bakım ve onarımı yapıldı.

Ben gazeteciliğe 12 pozluk geniş formatlı Lüputer-2 fotoğraf makinesiyle başladım. Sonra Nikon, Canon, Minolta gibi birçok fotoğraf makinesi ve değişik ASA-DIN değerlerinde filmler kullandım. Kayseri’de benimle birlikte yalnızca bir kişi daha slayt (dia) film çekimi eğitimi almıştı; fotoğrafçılardan ise sadece iki kişi bu tekniği biliyordu. Slayt film çekmek zordu. Bazen samimi olduğum doktor arkadaşlarım beni çağırır; ilginç ameliyatlar, hastalar, deliller veya belgelerle ilgili slayt film çekmemi rica ederlerdi. Ben de o slaytları, doktorların röntgen filmlerine baktıkları flüoresan ışıklı panolara koyarak fotoğraflar, filmleri kendilerine verirdim. Onlar da bu görselleri, akademik dünyada yayımlanması için uluslararası tıp dergilerine ve konferanslara götürüp sunumlarında kullanırlardı. İşin ilginç yanı, çektiğimiz slayt filmleri uçakla veya otobüsle İstanbul’a göndermek zorunda kalırdık. Çünkü Kayseri’deki iki fotoğrafçı da topladığı filmlerin banyosunu bazen iki-üç haftada, bazen de bir ayda yapar, karta basılması ise ayrıca bir hafta sürerdi. İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya’da ise bu işlemler günlük yapılırdı.

Bir de unutamadığım, günlerce gülerek konuştuğumuz bir olayı anlatayım. Turgut Özal, başbakanlığı döneminde Kayseri’ye gelmişti. Eşi Semra Özal da o dönem “Papatyalar” ekibini kurmuştu. Ben de Semra Özal ve papatyaları takip ediyordum. Bir yemekte Semra Özal’a ve beraberindeki kadınlara, Kayseri’nin meşhur yöresel ve coğrafi işaretli ürünü olan, “bir kaşığa elli-altmış adet sığan” Kayseri mantısı, pastırma, sucuk ve nevzine tatlısı ikram edilmişti. Semra Özal, Kayseri mantısını çok sevdiğini belirterek nasıl yapıldığını; ununun, tuzunun, baharatının ve suyunun özelliklerini dinledi. Ardından önündeki tabakta bulunan sulu mantıyı incelemek için çatalla birkaç tane alıp yedi. Bunu gören salonu dolduran tüm kadınlar da aynı şekilde sulu mantıyı çatalla yemeye başladılar. Sonrasında Semra Özal bu durumu fark edince güldü ve “Mantı kaşıkla yenir. Ben çatalla sadece incelemek ve tadına bakmak için almıştım. Ya siz?” diye sorunca ortaya ilginç bir haber çıktı.

SORU: Bu mesleğin özü sizce hangi değerlerde kristalleşir?

GÜLEÇ: Bizim kuşağımızda gazetecilik için “halkın ağzı, gözü, kulağı, dili, kısacası her şeyidir” denirdi. Eğer bu meslek, hâlâ yeni nesil için değil de eski alaylı kesim için kristal bir değer taşıyorsa, yeni neslin de bu değeri yakalamak için kendini iyi yetiştirerek, çok çalışıp koşturarak, zamanı iyi kullanarak ve özellikle de branşlaşarak bu “kristalleşmeyi” başarması gerekir. Ülkemiz, dünya üzerinde bir deprem kuşağında yer alıyor. Çökme, kırılma, patlama, volkanik faaliyetler gibi ne ararsanız var. Ama buna rağmen doğru dürüst bir deprem muhabirimiz, astronomi-uzay gibi alanlarda uzmanlaşmış muhabirlerimiz yok. Meslekte branşlaşma okulda başlamalıdır.

Birçok İletişim Fakültesi bugün adeta bir “İletişimsizlik Fakültesi” gibi. Burada öğrenim görenlerin çoğu da puanı tuttuğu için öylesine girmiş, “Yeter ki bir diplomam olsun.” diyenlerden oluşuyor. Okullardaki eğitimler ise çağın çok uzağında.

Bu mesleğin özünde mesleki dayanışma, ahlak, anılar ve eserler yaşatılmalıdır. Bu konuya, Mil-Ha’da (Milliyet Haber Ajansı) yaşadığımız iki olayı anlatarak örnek vermek istiyorum.

Birincisi şudur: Gaziantep muhabirimiz Kemal Bağcı, yanlış hatırlamıyorsam, “Otel Ayısı” lakabıyla bilinen ANAP’lı bakan Mustafa Taşar’la ilgili bir haberi takip ediyordu. Bu sırada, parti otobüsünün üzerindeyken kafasını bir tabelaya çarparak araçtan düşmüş ve yaşamını kaybetmişti. Genel Müdürümüz Taner Atilla’nın talimatıyla, gönüllülük esasına dayalı olarak tüm yurt muhabirlerinin aylık kazançlarından belli bir miktar kesinti yapıldı. Bu birikimle, sanırım iki yıllık evli olan ve yeni çocuğu doğan arkadaşımızın ailesine bir ev satın alındı. Bu arada çocuğunun masrafları ile eğitim-öğretim giderleri de ajans tarafından karşılandı. Bu, mesleğin özü için kristal değerinde bir örnektir.

İkincisi de benim başımdan geçti. Borçla evlenmiştim ve birkaç yıl sonra krediyle bir otomobil alabilmiştim. Bir sabah evden çıktıktan sonra yakınlardaki önemli bir habere kendi aracımla giderken, bir başka araca arkadan çarparak kaza yaptım. Tabii çok üzüldüm. Hem borcum çoktu hem de aracı tamir ettirecek gücüm yoktu. Büro şefimiz Şemsettin Çetinsöz durumu Genel Müdürümüz Taner Atilla’ya bildirmiş. Bir süre sonra Müdürümüz Taner Atilla beni aradı ve “Evlat, sende bir şey var mı?” diye sordu. Kazanın maddi hasarlı olduğunu söyledim. Bunun üzerine, “Aracını sanayiye götürüp yaptır, faturasını da bana gönder.” dedi. O günkü sevincimi anlatamam. Bu da mesleğin özünü yansıtan bir başka örnektir.

Peki, bu iki örneği veriyorum ama bugünkü durum ne? Artık böyle genel müdürler, patronlar, yöneticiler, büro şefleri, temsilciler veya meslektaşlar kaldı mı? Meslek örgütleri bu kadar duyarlı mı? Günümüzden veya gelecekten buna benzer örnekleri kim verebilir?

Benim en çok garibime giden bazı durumlar var: Düğünlerde destek amaçlı yapılan takı ve yardımların, “Yut diye vermedim, tut diye verdim.” denilerek geri istenmesi, verilmeyince de icra yoluyla talep edilmesi… Millî bayramlarda veya düğünlerde evlerine, iş yerlerine bayrak asmayıp komşularından emanet bayrak isteyenler… Geleneklerimize göre yas evine komşuların ve akrabaların yemek götürmesi gerekirken, şimdi ise cenaze sahibinin acısını yaşamaktan çok gelenlere yemek hazırlatma çabası içinde olması… Aynı binada, aynı sokakta oturan ölü ve düğün evlerinin birbirine saygı göstermemesi… Tüm bunlar, özümüzü kaybettiğimizin birer örneği olabilir.

SORU: Hafızanızda silinmeden kalan, meslek hayatınızın en çarpıcı haber deneyimi hangisiydi?

GÜLEÇ: O kadar çok ki… Ben, 1979’dan itibaren Cumhuriyet ve Demokrat gazetelerinde; askerlik sonrası Günaydın ve tekrar Cumhuriyet’te çalıştım. 1984’ten itibaren Milliyet Haber Ajansı (Mil-Ha), Kanal D ve BBC’de; 2002’de Doğan Haber Ajansı’nda (DHA); 2003 Ocak ayından itibaren Akşam-Show TV’de ve son olarak 2022’de Anka Haber Ajansı’nda bölge temsilcilikleri yaparak hep sahada oldum. Her gittiğim görev, her yaptığım haber bir insan öyküsü, adeta bir kitaptı.

Örnek vermem gerekirse hafızamda yer eden bazı olaylar şunlardır:

Kahvehanede kumar yüzünden 58 yerinden bıçaklanıp hastaneye at arabasıyla getirilen bir yaralının ölümü; sabah traktör römorkunda tarlaya giderken uçurumdan yuvarlanan tarım işçilerinden bazılarının kayaların üzerinde asılı kalması ve komandolar tarafından kurtarılması; Kayseri-Ankara kara yolu Kızılağıl mevkisinde, amca ile yeğenin kullandığı Muş Seyahat firmasına ait iki yolcu otobüsünün çarpışması sonucu 55 kişinin ölmesi ve çok sayıda kişinin yaralanması; Doğumevi Hastanesi’nde küvözdeki bir bebeğin elektrik kontağından çıkan yangında ölmesi; Kayseri Kapalı Cezaevi’nden TİKKO, Nevşehir Cezaevi’nden ise PKK militanlarının tünel kazarak firar etmeleri; Kırşehir ve Kayseri cezaevlerinin önündeki kan davası infazları; Yozgat Akdağmadeni’ndeki bir maden ocağında yaşanan göçük; Almanya’da yaşayan bir geline yapılan işkencenin ardından Yozgat’ta düzenlenen silahlı saldırı; Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Hastanesi inşa edilirken ameliyathanesinin unutulması; Rektör Prof. Dr. Aydın İnan’ın Sarımsaklı Barajı’nda boğulması; türban tartışmaları sırasında Erciyes Üniversitesi’ndeki çarşaflı kadınlar; “Kara Ses” olarak bilinen Cemalettin Kaplan, yeğeni Metin Kaplan ve İslami yazar Emine Şenliklioğlu ile yaptığım ilginç röportajlar; kendini “Mehdi” ilan eden bir gurbetçinin daha yaşarken kendisi için yaptırdığı Kur’an kursu ve türbe; perşembe günleri yaşanan ve birbirine benzeyen çocuk intiharları; Kayseri’de üretilen iki kişilik bir uçakla Karasazlık bölgesinde yapılan kaçak avcı operasyonu; Yeşilhisar’da uyduyla arazi taraması yapılarak Türkiye’nin en büyük uyuşturucu tarlasının bulunup imha edilmesi; Kocasinan ilçesinin Obruk köyünde uluslararası uyuşturucu kaçakçılarının kurduğu ilginç kenevir tarlası; Özvatanlı bir gurbetçinin yurt dışında olmasına rağmen emekli olabilmesi için belediyeden kadrolu gösterilmesi; mor ışık kullanılarak ortadan kaldırılan cinayet delillerinin Türkiye’de ilk kez tespiti; tarlaya yaptırılan bir hayır çeşmesinin ilginç davası; üç ilçeyi kapsayan asırlık bir davanın hâlen devam etmesi; “kar komandoları” olarak anılan postacıların kışın yaya posta dağıtımı; kara yolları, köy hizmetleri, özel idare, elektrik ve telefon arıza ekiplerinin kışın zorlu karla mücadelesi; Tomarza’daki ilginç liseli cinayeti; taşımalı eğitimdeki sorunlar; haymatlosların falcılık yöntemiyle gurbetçilerin ziynet eşyalarını çalmaları; “Bu toprak altın fışkırıyor!” diyerek birçok kişinin dolandırılması; Peşmerge göçünde Kayseri’ye getirilenlerin ilginç yaşam öyküleri; uluslararası uyuşturucu, insan, hayvan, döviz, solvent, uranyum ve naylon fatura kaçakçılığı olayları; randevuevi işletenlerin müşterileri için tuttukları “kara defter”; bir seri katilin ilk cinayetinin ardından yayılan dedikoduların yarattığı yıkımlar; Kurban Bayramı’nda sahte parayla yapılan alışverişler; hırsızlığa karşı icat edilen ilk mermi atan kapı; bakır tel hırsızlarının son işlerinde yakalanmaları; profesyonel hırsızları üzen haberler; Kayseri Adliyesi’nde bir Asliye Ceza hâkiminin, öğütlerinin arasına cezaları sıkıştırarak verdiği kararlar ve sanıkların durumu fark etmeden yaşadığı tahliye sevinci.

Kayseri’nin Haymana bağlarındaki bir mahzende yapılan fuhuşu ortaya çıkarmam; Üzeyir Garih cinayeti zanlısı Yener Yermez’in ilk yakalanma anı; Kayseri’nin Develi ilçesine bağlı Bakırdağ Saraycık köyünde üç maden işçisinin yerin 150 metre derinliğinden kurtarılma çalışmaları, onların hava hortumundan beslenmeleri, benim ise şarjlı pille flaşlı çekim yaparken yaptığım hatayı öğrenmem, madene girişimiz yasaklandıktan sonra madenci kıyafeti kiralayıp büyük bir çaydanlığın içine fotoğraf makinemi söküp havluya sararak görevime devam etmem; kendi rahmi ile kocasının adı Rahmi’yi karıştıran bir kadının ilginç ilaç kullanma yöntemi; Viagra ilk çıktığında, pahalı olduğu için hastane karşısındaki bir eczanenin duvarını delerek ilaçları çalan üç gencin bunları içip hayat kadınları üzerinde denemeleri; Nevşehir’de “kaz ayaklı aileler”; PKK’nın elindeki 11 Türk askerinin ailelerine yazdığı mektuplardan üçünü benim ulaştırarak haber yapmam ve bu sırada yaşadıklarım; izne geldikten sonra kaybolan ve hâlâ bulunamayan asker; şehit ailelerine haber vermek için gelen komisyona ilk anda yapılan saldırı ve şok atlatıldıktan sonra ailelerle sarılıp helalleşmemiz; Karain ve Tuzla köylerindeki “kanserli köyler” gerçeği; Kapadokya’da dünyanın ilk eşekli kütüphanesinin öyküsü; “davulcu”, “dilenci”, “yankesici”, “katil” olarak anılan köyler; cezaevi aracının Pınarbaşı ilçesinde içindeki beş mahkûmla birlikte yanması; emniyet amirliğine yapılan bombalı terör saldırısı; Kayseri’nin Talas ilçesinde Ramazan Bayramı’nda kaybolan ve feci şekilde öldürülen üç çocuğun katilinin yakalanması; üç kişiyi öldüren ve Türkiye’nin ikinci seri katili olarak anılan kişiyle yaptığım ilk röportaj ve aile içi sevgisizlik ile şiddetin yarattığı bir katilin sözleri; İzmir’de tecavüz olaylarına karışan “Kayseri sapığı”nın yakalanması; Kayseri’de çok sayıda yaşlı kadına tecavüz edip onları soyan sapığın ilginç fantezileri; Mevlana Mahallesi’nde aynı gün intihar eden kız kardeşlerin bıraktığı mektup; Sesli Tepesi, Yılanlı Dağı, Erciyes, Toroslar ve Sarız’ın Ördekli köyünde avcı kılığında takip edilerek ölü ele geçirilen üç PKK’lının cenazelerinin ortada kalması; kadavra bulunamadığı için Tıp Fakültesi öğrencilerinin maketlerle yetiştirilmesi; Türkiye’de ilk kez Kayseri’ye getirilen ithal etin imhasına karar verildiğinde, bu etlerin depolardan sahte belgelerle alınarak halka ucuz fiyattan yedirilmesi; dünyayı tehdit eden salgınlardan sonra postayla gelen gönderilerin geri çevrilmesi; bir uyuşturucu hap fabrikasının cami minaresinden günlerce takip edilmesi; Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan iken söylediği “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.” sözünün ardından Tercüman gazetesinde 15 gün boyunca tam sayfa yayımlanan, ayakları, kolları, gözleri veya bazı uzuvları olmayan gazilerle yaptığım ve “Biz böyle bedel ödedik.” dedikleri röportajım; Nevşehir’de bir hemşirenin madenciler tarafından tecavüz edilerek korkunç bir şekilde öldürülmesi; iki farklı şehirde ölen ve gömülen cenazelere yapılan tecavüzler; mezarlıklarda “baskın olmaz” düşüncesiyle yapılan fuhuş; tarihî eser kaçakçılarının kazı ve dolandırıcılık öyküleri; kendisini sakat bırakan genci öldüren engelli bir bireyin son cinayeti ve intiharı; dağ ve tepelerde uygunsuz durumda yakalanan çapkınların ilginç savunmaları; deprem bölgelerine Kayseri’den giden yardım ve kurtarma ekiplerinin sevk edilmesi; hava tatbikatları; tünellerdeki medeniyetler; güldüren fıkra gibi mahkeme ve emniyet savunmaları; MHP’nin Tekir Yaylası’ndaki Erciyes Kurultayı sırasında çadırlara yapılan PKK operasyonu ve burada silah sıkanların, dağın yüksek bir tepesinden jandarmanın dev teleskoplarıyla tespit edilmesi; Kızılay, Tüketici Koruma Derneği, vali ve belediye başkanlarından vatandaşların talepleri; kışın bağ evlerini soyan hırsızların çaldığı eşyalara, bazı ev sahiplerinin dost hayatı yaşadığı kadınlara aldıkları eşyalar nedeniyle “karım duymasın” diyerek sahip çıkmaması; Uzunyayla’da lüks araçlarla şahin avcılığına gelen Araplara yapılan operasyon; leylekleri vuran bir jandarma personelini protesto etmek için köylülerin valiliği ölü kuşlarla basmaları; nişanlısının kendisini aldattığından emin olan ve kalın olduğu için bozulmadığını düşündüğü kızlık zarını çatalla bozan bir gencin savunması; kömürlükte fuhuş yapan yaşlı, sakallı ve bastonlu bir adamın, parası yetmeyince senet imzalayarak borçlandığı bir telekızla yakalanması; ağaçta dürbünle röntgencilik yapan bir gencin polise, “Abi, dürbün emanet, biraz daha izleyip ineceğim.” demesi; “Açılamaz, kimse açamaz!” denilen her türlü aracın kapısını dakikalar içinde açan ve bu sayede sahiplerine iki araç kazandıran bir hırsızın yöntemi; milyarlık tarihî altın heykel denilen bir eserle jandarmanın bile dolandırılması ve bu olayda kandırılan iki personelin açığa alınması gibi saymakla bitmeyecek, ödül getirmiş pek çok haber…

Bu arada, Kayseri’de geçtiğimiz yıl kalp krizi sonucu yaşamını yitiren ülkücü Mustafa Pusmaz’ın karıştığı iddia edilen bazı olaylarla ilgili bir araştırma ve özel haber yapmak istedim. Pusmaz’ın adının geçtiği iddia edilen suç yerlerini, arkadaşlarını ve onu tanıyanları bularak konuşuyor, olayların doğruluğunu araştırıyordum. Kendisiyle konuşmak için adeta iz sürüyordum. Bir gün büroda otururken içeri biri girdi ve “Kardeşim, beni arıyormuşsun, soruşturuyormuşsun. Arama, sorma; işte ben geldim.” dedi. Oturduk, çay içerken samimi bir şekilde ben sordum, o ise bazı iddiaları doğruladı, bazılarını yalanladı. Tabii onunla ilgili adliyeye intikal etmiş davalar hakkında da bilgiler verdi. Zamanla samimi bir şekilde görüşür olduk. Hatta bazı suç örgütlerine yönelik olaylarla ilgili araştırma yaparken kendisinden ileri bilgi almak amacıyla yardım istedim ve o da yardımcı oldu. Ölmeden yaklaşık bir ay önce beni ziyarete gelerek bulunduğum ortamda kişiliğimi, mesleğimi ve haberciliğimi övmüştü.

Bir gün polis telsizinde iki polis ekibinin atışması haber konusu oldu. Kayseri’nin Alpaslan Mahallesi’nde “Ana’nın Yeri” adıyla bir lokanta-pastane açılmış ve kısa sürede meşhur olmuştu. O gün o kavşakta bir kaza meydana gelmiş ve anons edilerek ekip istenmişti. Ekip adres sorduğunda “Ana’nın Yeri Kavşağı” yanıtını alınca, bu meşhur yeri ilk kez duyan diğer ekipteki bir polis memuru anlamsız bularak tepki göstermiş, ancak sonrasında durum anlaşılmıştı.

Unutamadığım en ilginç olaylardan biri de ANAP döneminde Kültür ve Turizm il müdürlüklerinin ayrılmasıydı. Ayrılma sonrası mevcut araçlar Turizm Müdürlüğü’ne verildi ve Kültür Müdürlüğü’nün hiç aracı kalmadı. O dönemde definecilik ve tarihî eser kaçakçılığı birden yaygınlaşmıştı ve biz de bu konuda sık sık haber yapıyorduk. Bir gün Kültür İl Müdürü Ali Yeğen beni aradı ve görüştük. Yazılanların doğru olduğunu ancak hiç araçları olmadığını ve personelin yetersizliğini dile getirdi. Ben de bu durumu, “Büyükşehir’de aracı olmayan müdürlük! Bu müdürlük tarih hırsızları ile nasıl mücadele edecek?” başlığıyla haber yaptım. Aradan bir zaman geçti ve İl Müdürü Ali Bey beni tekrar aradı. “Davut Bey, aracımız geldi, haberini yaparsan sevinirim.” dedi. Ben de İl Kültür Müdürlüğü’ne gittim ama kapıda bir araç göremedim. Müdür Bey’e sorduğumda, “Kapıda nasıl görmezsin?” dedi. Birlikte üçüncü kattan aşağı indik. Bu arada Valiliğe onay için götüreceği dosyaları da koltuğunun altına almıştı. “Şoför yok mu?” diye sordum, “yok” anlamında başını salladı. Aşağı inince müdürlük girişindeki resmî plakalı bisiklete bindi, “İşte gönderdikleri araç bu!” dedi ve pedal çevirerek Valiliğe gitti. Ben de bu olayı Milliyet’te “İl Müdürüne görev aracı yerine görev bisikleti gönderdiler” başlığıyla haber yapınca, olay günlerce TBMM’de konuşuldu ve sonrasında müdürlüğe bir araç tahsis edildi.

Bir dönem hem ilahiyatçılarla hem de il müftülüğünde görevli önemli isimlerle “yaşayan hurafeler” üzerine; mezarlıklar, türbeler ve toplumun değer verdiği kişilerin mezarlarında yapılanlarla ilgili ilginç bir haber dizisi hazırladım. Bu çalışma, sonrasında Diyanet Vakfı tarafından daha da genişletilerek kitaplaştırıldı.

Ölmeden önce kendisine bir köyde türbe ve yatılı Kur’an kursu yaptıran, aynı zamanda falcılık ve büyücülük yapan bir şarlatan vardı. Kamu kurumları, buranın yıkılması konusunda pek çok yazışma yapmıştı. Öyle ki bu adam, evinin karşısına yaptırdığı yatılı Kur’an kursundaki çocuklara, bahçesinde yüzdüğü havuzun suyunu “zemzem” diyerek içiriyordu. Röportaj yapmak için gittim. Bahçesinde kuyruk vardı ve yanına gidenler elini eteğini öpüyordu. Ben tabii ki bunu yapmadım, röportajımı yaptım ve kendisiyle tartıştım. Haber televizyonlarda yayımlanınca hem kaçak türbesi hem de evi yıkıldı; çoğu Doğu ve Güneydoğu’dan getirilen çocukların kaldığı yatılı Kur’an kursu ise mühürlenerek kapatıldı. Bu haberden dolayı çok övgü aldım.

15 Temmuz sonrası tüm şehirlerde olduğu gibi Kayseri Cumhuriyet Meydanı’na da “demokrasi nöbeti” adıyla çadırlar kuruldu ve kalabalıklar nöbet tuttu. Kayseri’ye yeni atanan vali, seçilmişler, atanmışlar ve kentin önemli isimleri kürsüye çıkıp kalabalığı coşturuyor, ellerini havaya kaldırarak fotoğraf çektiriyordu. O gün vali ile fotoğraf çektirenlerin çoğunun daha sonra gözaltına alınıp tutuklanması ve ceza alması üzerine, ben ilk gün “Kürsüde el kaldıranlara dikkat!” başlığıyla bir haber yaparak valiyi uyarmıştım. Vali, daha sonra bu konuda bana teşekkür etti.

Yine zamanın Kayseri valisi ile belediyenin, cuma namazı sonrası bir abdesthaneli tuvalet açılışı düzenlemesi nedeniyle yazdığım bir köşe yazısı yüzünden tartıştık. Yazımda, bir valinin, belediyenin abdesthaneli tuvalet açılışına giderken iki kez düşünmesi gerektiğini, gitse bile açılış öncesinde belediyenin mehter takımına konser verdirmesinin doğru olmadığını belirtmiştim. Önce kızmış, sonra hak vermişti.

Aynı Kayseri valisi, gidip geldiği güzergâhta kurallara uymadan transit geçmeyi ve trafik ekiplerinin kendisine yol açmasını severdi. Bir gün makamındaki basın toplantısından sonra çay içerken, “Beni eleştirin.” dedi. Ben de “Trafik polisi ne işe yarar?” diye sordum. Ne demek istediğimi anladı ve “Kim rahatsız?” diye sordu. “Bir sürücü olarak ben rahatsızım, başkasına gerek yok.” dedim. Bunun üzerine sesini yükseltti, ben de çayımı içmeden odadan çıkıp gittim. Ancak daha sonra bana cesaretim ve eleştirilerim nedeniyle bir teşekkür belgesi verdi.

Kayseri Valiliği’nden sonra İçişleri Bakanlığı’na atanan Vali Osman Güneş, SSK Kayseri Hastanesi’ndeki ilk hayırsever odasının açılışına gelmişti. Başhekim Esef Karakuş’tu. Odayı yaptıran hayırsever firma ise Güneş Enerji Sistemleri’ydi. Firma, odanın kapısına üzerinde kendi adının yazdığı ve “Hoş geldiniz – Güle güle” ifadelerinin yer aldığı bir paspas koymuştu. Valinin eşi Ayşe Hanım, tam kurdele kesileceği sırada, “Osman, yere bak! Biz nereyi açıyoruz?” deyince, Vali de “Bizim soyadımızı kimse yere serip çiğneyemez!” diyerek kurdeleyi kesmeden eşiyle birlikte açılışı terk etti.

Benim baba tarafım Ürgüp’e bağlı Mustafapaşa’dandır. O dönem belediye başkanı da uzaktan bir akrabamızdı. Belediyenin kamu borçları nedeniyle başkanın makam aracına icra yoluyla el konuldu. Bunun üzerine başkan, belediyenin mülkiyetindeki bir kiliseyi satışa çıkardı. Bu belde, Kapadokya’nın en önemli yerleşimlerinden biridir. Bu arada belediye, hizmetlerinde dar sokaklar nedeniyle at ve eşek de kullanıyordu. Makam aracı satılınca başkan da belde içinde eşekle, ilçeye ise atla gidip gelmeye başladı. Bunu televizyonda, “Makam aracı olmayan başkanın belde içi aracı eşek, belde dışı aracı at!” başlığıyla haber yapınca yer yerinden oynadı.

Çok sayıda kadını, akşamları arkadaşları veya yakınlarıyla otururken ve Kayseri’yi yüksekten seyrettikleri bir tepede, tüfekle etkisiz hâle getirip gasp ederek tecavüz eden iki kasap, yaklaşık bir yıl sonra jandarma tarafından yakalandı. Çok sayıda mağdur olmasına karşın sadece ikisi hayat kadını olan üç kişi davacı olmuştu. Karanlık ve korku nedeniyle kadınlar, tecavüzcüleri tam teşhis edemiyordu. Ancak hayat kadınlarından biri, “Bana tecavüz ederken çok acı çektirdi. Onun sünneti eğri kesilmiş.” dedi. Yapılan incelemede, tarif edilen bu özelliğin sanıklardan birinde olduğu saptandı ve o da suçunu itiraf etti. Ben de bu olayı, “Tecavüzcüyü Sünneti Ele Verdi” başlığıyla haber yaptım.

Her yıl Kayseri’nin Tomarza ilçesine bağlı Dadaloğlu beldesinde şenlikler ve festivaller yapılır. Benim Milliyet’te çalıştığım dönemde o festival, daha çok o gün evden kaçan veya kaçırılan gençlerin sayısıyla gündeme gelirdi. Haberler, “Bu yıl kaç genç kız kaçırılacak?” veya “Bu yıl şu kadar genç, köprü başında karşılaştığı kızla kaçtı” gibi ifadelerle doluydu.

Kayseri’nin ilk erkek hemşirelerinden biri olan Adem Şengül, Kayseri Devlet Hastanesi çocuk servisinde göreve başlamıştı. Biz gazeteciler o güne kadar, sokağa terk edilen yeni doğmuş bebekleri, kadın hemşire veya ebelerin kucağına verip “Gönüllü annelik yaptı.” başlığıyla haber yapardık. Ben ise bulunan ilk bebeği Adem’in kucağına vererek haberi, “Gönüllü babalık yaptı!” başlığıyla sunmuştum. Adem Şengül, şimdi Kayseri’nin Develi ilçe belediye başkanıdır.

SORU: O anın etkisi bugüne dek sizinle nasıl geldi?

GÜLEÇ: Gazeteciliğin yanı sıra Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı Herkes İçin Spor Federasyonunun Kayseri il temsilciliğini üç dönem, yani 12 yıl boyunca yaptım. O dönemdeki sloganımız, “Hayatı dolu dolu ve hareketli yaşa!” idi. Ben de mesleği bu felsefeyle dolu dolu yaşadığım için her gün sokakta, hastanede, emniyette, jandarmada ve adliyede karşılaştığım insanlar ve tanık olduğum ilginç olaylar sayesinde kendimi sürekli yeniledim ve anlatacak pek çok anı biriktirdim. Bugün bile bir konu geçtiğinde, o konuya örnek teşkil edecek birçok anı anlatabiliyorum. Ardından Kayseri Büyükşehir Belediyesi Konservatuvarı’na 15 yıl devam ederek korolarda solist ve koro elemanı olarak konserler verdim; bu sayede yeni öyküler biriktirdim. “Üç kuşak bir koroda”, “Anne çaldı, dede-torun düet yaptı” gibi yaşam hikâyelerine haberlerimle tanıklık ettim.

Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğim: 51 yıllık meslek hayatımın belki de 45 yılı polis-adliye muhabirliğiyle, sahada, sokakta geçti. Bu “kan, barut ve gözyaşı” üçgeninden bir an olsun uzaklaşabilmek için yaptığım doğa yürüyüşleri, Türk Halk Müziği ile ilgilenmem, bağlama ve ritim dersleri almam ve üniversite eğitimime devam etmem, beni meslekte ayakta tutan en önemli etkenler oldu. Bugün genç gazetecilere önerim; haber kaynaklarını çeşitlendirmek ve çoğaltmak için sporun, sanatın veya kültürün bir dalı ile mutlaka uğraşmaları; daha çok konuşan değil, dinleyen, araştıran ve bunu haberleştiren kişiler olmalarıdır.

Bazen kendi cesaretime, yaptığım haberlere ben bile “Bunu nasıl yaptın, oraya nasıl gittin?” diye şaşırıyorum. Öyle hiç kimse durduk yere isim yapamıyor, duayen olamıyor. Bugünlere nasıl geldiğimize bir örnek vermek gerekirse: Milliyet Haber Ajansı’nda çalışırken, Genel Müdürümüz Taner Atilla, Diyarbakır Bürosu’ndan Namık Durukan’ın o dönem günlerce konuşulan bir başarısını bizimle paylaştı. Namık Durukan, terör örgütünün Kandil’deki kampına ulaşmış, orada esir tutulan 12 askerimizle görüşmüş ve bu röportajın ardından askerlerimizin ailelerine yazdığı “Yaşıyorum, bizi kurtarmak için girişimde bulunun.” şeklindeki mektupları da beraberinde getirmişti. Bu mektupları ajansa göndermiş, ajans da mektupları askerlerin ailelerine ulaştırmak için ilgili bürolara yollamıştı. Askerlerden ikisi Kayseri’de, biri ise Kırşehir’de ikamet ediyordu. Haber yapmam için üç mektubu da bana verdiler. Ben de Kayseri’deki ailelerle buluşup mektupları teslim ederek haberimi yaptım.

Ardından Kırşehir’e gittim. Oradaki köyde, önceden telefonla görüştüğümüz için kalabalık bir grup bizi bekliyordu. Ancak ortamda bir tedirginlik vardı. Bu durum, o zamanlar kameramanım olan ve mesleği bıraktıktan sonra Emniyet KOM’da göreve başlayan İrfan’ın da dikkatini çekti. Yanımıza iri yarı iki kişi geldi ve mektubu istedi. Tarladan gelen annesi, oğlunun daha önceden gönderdiği bir mektubu getirerek yazıları karşılaştırdı. O iki kişi, “Peki, siz oraya nasıl gittiniz? Bu mektubu size neden göndermiş? Sizin amacınız ne?” gibi suçlayıcı ve sorgulayıcı sorular sordu. Bir anlık bir gerginlik yaşandı. Ben, onların Jandarma İstihbarattan olduğunu anlamıştım. Tane tane olayın nasıl geliştiğini, bu konunun Milliyet’te birkaç gündür haber olarak yayımlandığını ve sadece ajansın verdiği görevi yaptığımı anlattım. Bir gün sonra her şeyi Milliyet’te okuyup Kanal D’de izleyebileceklerini söyledim. Nihayet ikna oldular, annesi ile röportajımı yaptım ve haber yayımlandı. 12 askerimiz serbest bırakıldıktan sonra ise bu üç askerimizin ailelerine kavuşmalarını ve o anki duygularını da haber yaptım. Kısacası, neredeyse her haberimiz bir “linç edilme” korkusuyla geçti ve biz bugünlere böyle geldik.

SORU: Bir haberi yazarken ya da yayınlarken içsel olarak en çok zorlandığınız anı hatırlıyor musunuz?

GÜLEÇ: Evet, hem de çok fazla. Özellikle hastanelerdeki bebek ve organ ticareti iddiaları, güvenlik güçlerine, adliye ve sağlık personeline atılan iftiralar ve kışın karla, arızalarla mücadele eden ekiplerin yaşadıklarıyla ilgili haberler beni her zaman zorlamıştır. Yoğun kar yağışı ve tipide, masa başında oturup durumu bilmeden yolların kapatıldığını yazan “kalemşörler” gibi olmak yerine, bizzat arazide o ekiplerle birlikte olmak gerekirdi.

Örneğin, karla mücadele ekiplerinin, kapanan yolları açabilmek için bir görevlinin önden gidip elindeki sopayla yolun ortasını işaretlemesi ve ardından araçların bu izi takip etmesi gibi anlara tanıklık ettim. Metrelerce karın içinde açılan bir çukurda akşam saatlerine yakın kahvaltı yapmalarını, personele verilmeyen helva için sendikanın nasıl ayaklandığını, devrilen elektrik ve telefon direkleri tamir edilemediği için köylerdeki bakkallarda mumların tükenmesini, taşımalı eğitim gören öğrencilerin hafta sonları evlerine gidemeyip okullarda rehin kalmalarını gördüm. Ben bugün bile haberlerde “Karla mücadele yapılmıyor.” denince tepki gösteren, sanki o ekiplerin sesi konumunda bir gazeteciyim. Çünkü onlarla birlikte çok mücadeleye katıldım. Hatta üç kez karla mücadele ekibiyle birlikte şarampole yuvarlandık; aracı orada bırakıp, kurtların uluma sesleri arasında, elimizde manivela, teker zinciri ve çekiçle beş kilometre yürüyerek bir köye sığındık.

Bunlara birkaç örnek vermek istiyorum;

Hicri Yılbaşı

Ülkemizde Cumhuriyet’in ilanından sonra, dünyanın kullandığı miladi takvime karşın, bazı kesimlerin kullandığı ve “Hicri yılbaşı” olarak adlandırılan bir takvim anlayışı da mevcuttur. Ben de o dönemde Mil-Ha’dan Emniyet Müdürlüğü’ne gidip gelirken, Kayseri’nin ilk tesettür mağazasına girerek sahibiyle tanıştım. Kendisi cübbeli, sarıklı, uzun sakallı biriydi. Biraz sohbet ettik ve zamanla arada bir görüşmeye başladık.

Miladi yılbaşına bir hafta kala dükkanına tekrar uğramıştım. Yılbaşı için eşantiyon olarak ne yaptırdığını sordum. O da, “Bizim yılbaşımız Hicri yılbaşı, ona daha var. O gün gel.” dedi. Ben de “Peki.” deyip ayrıldım.

Hicri yılbaşı günü geldiğinde söz verdiği gibi iş yerine gittim. “Hicri yılbaşında gel demiştin, ben de geldim. Evet, ne yaptırdınız?” diye sordum. O da gülerek, “Benimle kafa mı buluyorsun? Yılbaşı geçeli çok oldu,” diyerek konuyu geçiştirdi. Birlikte güldük. Ben de ona takılarak, “Sizin yolunuz yol değil. Hayatınız hep böyle kıvırtmalarla geçiyor.” dedim. Daha da çok güldük.

Harem-Selamlık Haberleri ve Tehditten Alkışa

Milliyet’te çalışırken, cemaat ve tarikatların düzenlediği “harem-selamlık” etkinlikleriyle ilgili haberler yapıyordum. Bu etkinliklerde spor salonunun bir tarafı kadınlara, diğer tarafı erkeklere ayrılır; saha ise sözde protokole ve çocuklara tahsis edilirdi. Yaptığımız bu haberler zaman zaman tepki çekiyordu.

Hatta bir gün, yazar Emine Şenlikoğlu ile, yanlış hatırlamıyorsam “İslam’da Erkek” adlı kitabındaki bazı ifadeleri üzerine tartışmıştık. Kitapta kadınlarla ilgili ilginç detaylar vardı. Bu konuyu hatırlattığımda, topluluğun içinden biri, “Sen bizden biri misin? Bunu soramazsın!” diyerek tepki göstermişti.

Yine bir “alternatif yılbaşı” ve “harem-selamlık” haberinden sonra, büromuzu eli sopalı, şalvarlı, sakallı üç kişi bastı. Bana, “Nerede bu Davut Güleç? Bizimle uğraşmasın!” dediler. Ben de sakinliğimi koruyarak, “Haberde,” dedim. “Bir daha ‘harem-selamlık’ diye haberimizi yapmasın!” diye tehdit edip gittiler. Büro şefimiz Şemsettin Çetinsöz ise “Bunların bir şey yapacağından değil. Meydan boş değil, kimse devletten güçlü değil evlat.” diyerek bana destek verdi.

Aradan birkaç ay geçmişti ki şalvarlı, sakallı biri elinde üzerinde benim adım yazılı bir davetiye getirdi. Büroyu basan cemaat grubundandı. “Sizi bekliyoruz,” dedi. Durumu büro şefimize ilettim ve “Davetiye neden size değil de bana?” diye sordum. O da gülerek, “Evlat, seni kafaya koymuşlar, yapacak bir şey yok.” dedi ve “Boş ver, gitme.” diye ekledi. Ben de gitmedim.

Yine birkaç ay geçince bu kez takım elbiseli, kravatlı ama sakallı biri, yine elinde benim adıma yazılı bir davetiye ile geldi. “Başkanımızın selamı var. Toplantımıza bekliyoruz. Size her türlü güvenceyi veriyoruz. Sizi buradan alıp, yeniden buraya bırakacağız. Haberimizi de istediğiniz gibi yaparsınız.” dedi. Büro şefim, durumu Vali ve Emniyet’e bildirdikten sonra bana, “Git evlat, sorun yok. İyi bir haber yaparsın.” dedi.

Beni aldılar ve toplantıya gittim. İçeri girdiğimde cemaat başkanı konuşuyordu. Beni görünce mikrofondan, “İçeriye şimdi, bizim sürekli aleyhimize haber yapan gazeteci Davut Güleç geldi!” diye anons etti. Salondan hakaretler, küfürler ve tehditler yükselmeye başladı. O anki korkumu anlatamam. İçimden, “Tamam Davut, buraya kadarmış.” dedim.

Bu sırada cemaat başkanı mikrofondan yeni bir anons yaptı: “Arkadaşlar, ne yapıyorsunuz? Bu arkadaş aslında aleyhimize yaptığı haberlerle bize hizmet ediyor. Zaten bizler birbirimizi biliyoruz. Ama her aleyhteki haberden sonra bize olan sempati artıyor. Bu arkadaşı kutluyorum!”

Bu sözler üzerine salondaki kalabalık, “Yaşa, var ol, aferin!” diye bağırarak beni ayakta alkışladı. Saniyeler içinde linç edilmekten kutlanmaya geçişi bir arada yaşadım. O günü asla unutamam.

Kadın Askerler Haberi ve Askeri Mahkeme

Dünyada kadınların askerliği tartışılırken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) kadınların da alınması gündeme gelmişti. Bu konu üzerine Kanal D için özel bir haber yapmaya karar verdim. O dönemde aynı zamanda Kay TV’de haber müdürlüğü de yapıyordum.

Yerel televizyonumuzda çalışan kadın meslektaşlarıma bu konudaki fikrimi açtım. Dört kadın meslektaşımla birlikte komando çarşısına gittik. Kamuflaj giysiler ve bot gibi asker kıyafetleri aldık. Anadolu Fuar Alanı’na geçerek çekim yaptık. Burada kadınlar asker gibi koştu, marşlar söyledi, kültür-fizik hareketleri yaptı. Ardından, tarihteki kahraman Türk kadınlarından örnekler vererek Türk ordusunda görev yapmaktan onur ve gurur duyacaklarını söylediler.

Çekimden sonra komando çarşısına gidip aldıklarımızı geri verdik. Tam bu sırada Komando Tugayı’ndan iki başçavuş geldi. Kadınların askere alınması konusundaki röportaj teklifime “Evet, hayırlı olur” gibi kısa yanıtlar verdiler.

Bir süre sonra Askeri Mahkeme’den beni çağırdılar. Gittim. Mahkeme heyeti, iki başçavuş ve avukatlarının da bulunduğu bir ortamda, askerlerle röportaj yapmanın izne tabi olduğunu belirterek bana mikrofon uzatıp uzatmadığımı, onların bu durumdan haberinin olup olmadığını sordu. Ben de olayın ani geliştiğini, zaten “evet-hayır” gibi saniyeler süren kısa cevaplar aldığımı söyledim. Sonuçta başçavuşlar beraat etti, ben ise duruma şaşırdım.

Bu olaydan sonra kadınların da TSK’da asker olmasının önü açıldı. Şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki kadın askerlerimiz ile onur ve gurur duyuyoruz.

Fatura Yatırmaya Trenle Gelen Makinist

Kayseri Garı’ndan Kayseri Hava İkmal Bakım Merkezi’ne lojistik ve kargo taşımacılığı için kullanılan ayrı bir tren yolu vardı. Bu tren yolu, Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin, yani başkanlık makamının hemen önünden geçerdi. Bir gün, belediyede danışmanlığını yaptığım CHP’li rahmetli Niyazi Bahçecioğlu ile makamındaydım. Başkan, o “kara tren”in neden belediyenin önünde durduğunu ve ilerlemediğini sordu.

Aşağı indim. Tren gerçekten de duruyordu. Sebebini sorduğumda, makinistin, Devlet Demiryolları (DDY) çalışanlarının elektrik ve su faturalarını yatırmaya gittiğini söylediler. Belediyenin hemen arkasında bu iki kurumun fatura ödeme merkezi vardı ve önünde uzun kuyruklar oluşurdu. Arka bölüme gittiğimde gerçekten de uzun kuyruklar gördüm. Makinist ise sıradakilere, “Arkadaşlar, ben trenin makinistiyim, tren belediyenin önünde duruyor. Müsaade ederseniz ben faturaları yatırsam olur mu?” diyerek öncelik istiyordu. Kalabalık da ona izin vermişti.

Ben de bu olayı Milliyet’te “Fatura Yatırmaya Trenle Geldi” başlığıyla haber yaptım. Bu haberden dolayı makiniste ve faturası yatırılanlara soruşturma açmışlar. Soruşturma ekibi benimle de görüştü ve olayı anlatmamı istedi. Ben de “Yazdığımdan başka bir şey yok,” dedim ve gittiler. Sonradan duyduğuma göre, makiniste ve diğerlerine idari soruşturma sonucunda uyarı cezası verilmiş.

SORU: O ikilemde sizi yönlendiren ne oldu: Vicdan mı, kamu yararı mı, başka bir şey mi?

GÜLEÇ: Vicdanım, kamu yararı ilkesi ve mesleğimin gereklilikleri arasında zaman zaman sıkışıp kaldığım çok oldu. Aile, çocuk, kadın ve baba temalı haberler yaparken bu ikilemi sıkça yaşadım. Özellikle şehit ailelerinin ve “yan gelip yatmayan”, vatan için uzuvlarını kaybetmiş gazilerin anlattıkları beni derinden etkilerdi. Bayram arifelerinde ve bayram günlerinde şehitliklerde, evlatlarının mezar taşına sarılıp “Oğlum, geçen bayram da bu bayram da gelmedin…” diyerek ağlayan anne babaları görmek… Şehit bir yüzbaşının, ilkokul müdürü olan ve çoğunlukla Doğu kökenli ailelere giyim, kırtasiye, kitap yardımı yapan babasının, bazı öğrenci velileri tarafından “Bizimkilerin yaptıkları ortada.” denilerek tehdit edilmesi… Bazı hayat kadınlarının, haberlerini yaptıktan sonra “Sağlığım elden gidiyor, ne olur paramızla bize bakacak iyi bir doktor bulma konusunda yardım edin.” diye ricada bulunmaları… Zührevi Hastalıklar Hastanesi’nde personelin çalışmak istememesi üzerine oraya hadım edilmiş bir görevlinin atanması… 112 Acil Servis’te iki ayağı engelli bir doktora görev verilmesi… Ambulans şoförlerinin hız yaparken yaşadıkları zorluklar ve diğer sürücülerin “Biz de ışığa takılmayalım.” diyerek ambulansın önüne geçip seyahat etmeleri… Eskiden emniyet araçlarına kısıtlı akaryakıt verilmesi ve olayları çözmek için giden bazı amirlerin ceplerinden para harcamak zorunda kalması… Bazı kamu iş yerlerinde muhasebecilerin elden maaş verirken küsuratlara el koymaları… Doğum servisinde çalışan ebelerin, normal doğumda kendilerini zorlamayan bazı hamile kadınların “Doğumda bizi dövüyorlar.” şeklindeki asılsız iddialarıyla karşılaşmaları… Okullarda ve yurtlarda yaşanan cinayet, yaralama, kavga, tecavüz gibi olaylar ve kanalizasyonlarda bulunan ceninler… İşte bu gibi pek çok olayda o ikilemi iliklerime kadar hissettim.

Belki “İyi bir haber yakaladım!” diye çok sevindiğim olmuştur ama zamanla, hem suçlunun hem de mağdurun ailelerini düşünerek daha geniş bir perspektiften bakmanın ne kadar önemli olduğunu öğrendim.

Yine örnek verecek olursam, bir gün büro şefimiz Şemsettin Çetinsöz, bir boşanma olayı hakkında yaptığımız yorum nedeniyle iki muhabiri karşısına almıştı. Onlara, “‘Nereden biliyorsunuz? Burada size melek gibi görünen biri, evinde bir cellatsa? Evinde ya da iş yerinde karısı veya kocası birbirini aldatıyorsa, siz bunu nereden bileceksiniz de böyle bir yorum yapıyorsunuz?” diyerek o iki muhabiri tokatlamış ve eklemişti: “Gazeteci, siyasi parti mitinglerinde ve görevli gittiği yerlerde kalabalığa uyarak alkışlamaz, taraf olmaz, sadece görevini yapar.” Ben de bizden sonraki kuşağa aynısını iletiyorum.

SORU: Türkiye medyasında sizce en köklü kırılma ne zaman ve nasıl gerçekleşti?

GÜLEÇ: Türkiye medyasındaki en köklü kırılma, tek bir olaydan ziyade bir dizi olumsuz gelişmenin birikimiyle gerçekleşti. Bu kırılmanın temel nedenlerini şöyle sıralayabilirim:

  • * Basın meslek ilkelerinden uzaklaşılması.
  • * Holding patronlarının ve toplumda şaibeli olarak bilinen isimlerin medya patronu hâline gelmeleri.
  • * Dijital çağa ayak uyduramayıp; teleksten, telefotodan ve filmli fotoğraf makinesi döneminden kalma masa başı gazeteciliğinden kurtulamama.
  • * Meslek örgütlerinin yetersizliği, bilinçsizliği, duyarsızlığı, iktidarlara yakın durmaları ve kadrolarının ehliyetsiz, liyakatsiz kişilerle doldurulması.
  • * Gazetecilikte branşlaşmanın sağlanamaması.
  • * İletişim fakültelerinin hızla çoğalması, ancak bu okullardaki eğitimin ve öğretim kadrolarının son derece yetersiz kalması.
  • * Bu fakültelerden mezun olanların çoğunun fotoğraf veya kamera kullanmayı bilmemesi ve “Nasıl olsa bu işi ben yapmayacağım.” anlayışıyla hareket etmesi.
  • * Geçmişte meslektaşlara yönelik saldırı, çatışma ve benzeri olaylarda gösterilen birlik, beraberlik ve toplu mesleki tepkinin ortadan kalkması.
  • * Ajanslardan gelen hazır haberlere dayalı haberciliğin teşvik edilmesi.
  • * Yerli kâğıt fabrikalarının kapatılarak gazete kâğıdının ithal edilmesi ve sektörün dışa bağımlı hâle getirilmesi.
  • * “Şu habere git!” diyen tecrübeli meslek büyüklerinin yerini, “Oraya nasıl gideceğim?” diye soran muhabirlerin alması.
  • * Kamu haberlerine ve etkinliklerine belirli gazetecilerin çağrılmaması; basın ve çalışanları arasına ayrıştırma, bölünme ve nifak tohumları ekilmesi; bazı meslek örgütü başkanlarının da bu dışlanmaya çanak tutması.
  • * Ve son olarak, bir gazetecinin tıpkı bir doktor, bir avukat veya bir mühendis gibi küsmeden, kırılmadan profesyonel hizmet üreten bir profesyonel olduğu anlayışının topluma ve mesleğe yerleştirilememesi.

SORU: O dönüşümün tanığı ya da aktörü olmak size ne hissettirdi?

GÜLEÇ: Bu dönüşümün bir parçası olmaktan biraz utanç duymamak elde değil. Eskiden mesleğimizin öyle bir saygınlığı vardı ki gazeteci geç kaldığında bürokrat bile onu beklerdi. Atanmışlar ve seçilmişler, programlarına “Gazeteciler protesto eder.” korkusuyla belirtilen saatte başlardı. Bir gün Kayseri Emniyet Müdürü Güner Kalkandelen bir basın toplantısına 10 dakika geç gelince, o dönemin Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Şemsettin Çetinsöz, “Herkes işinin başına dönsün, burada ciddiyet kalmamış.” diyerek toplantı salonunu boşalttırmış, bunun üzerine Emniyet Müdürü de özür ziyaretinde bulunmuştu. Yine zamanın valisi, verdiği randevu saatine rağmen gazetecileri sık sık kapıda beklettiği için, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Murat Taşkın da iadeiziyaret sırasında valiyi kapıda bekleterek ona bir ders vermişti. O günlerden, bugün gazeteciliğin ciddiye alınmadığı, gazetecilerin sürekli şikâyet edildiği, gözaltına alındığı, kumpaslarla dışlandığı ve haklarında dava açıldığında işten atıldığı bir döneme gelmiş olmak, bu mesleğin yaşadığı birçok ayıptan sadece birkaçıdır.

SORU: Basın özgürlüğü açısından Türkiye’nin en karanlık ve en umut verici dönemlerini nasıl tanımlarsınız?

GÜLEÇ: Biz kendimize “1978 kuşağı gazeteciler” diyoruz. O karanlık ülkücü-devrimci, sağcı-solcu çatışmalarının yaşandığı, polisin bile dört farklı gruba bölündüğü, cadde, sokak ve mahallelerin paylaşıldığı günlerde bile mesleğimizin saygınlığı zirvedeydi. O dönemde yaşadığım ilginç bir olayı anlatmak isterim: 1979 yılında, Pol-Bir Başkanı Sezai ve yardımcısı Şahin Ölçer, Yazı İşleri Müdürlüğü yaptığım Millî Ülkü-Erciyes Gazetesi’ne gelerek beni tehdit etmişlerdi. Gerekçeleri ise şuydu: “Biz ülkücüyüz. Neden bizim açıklamalarımızı hep gazetenin sol tarafına koyuyorsun? Bundan sonra bizim haberlerimizi gazetenin sağ tarafında görmek istiyoruz, ayağını denk al!” demişlerdi. Yıllar sonra, 12 Eylül belgeselinde TRT 1’de bu olayı anlatan Sezai, “O dönem böyle bir dönemdi, hata yaptık, özür dileriz.” demişti. Bunu bizzat yaşamış biri olarak o ortamın gerginliğini bir düşünün.

Yine bizim meslek büyüklerimiz, “Partilerde, politikada ve yaşamda çapraz muhabirlik; cesur gazetecilik; risk alıp bedel ödeyerek gazetecilik…” gibi sözleri sıkça kullanırlardı. Mesleğin zorluğunu ve içerdiği ciddi riskleri bu şekilde özetlerlerdi. Şimdi bir bakın; AKP’nin, CHP’nin veya MHP’nin muhabirleri arasında karşı görüşte olan biri var mı? Bizim kuşağımızda, “yazılmayanı yazsın” diye zıt görüşteki muhabirler özellikle parti liderlerinin takibine gönderilir, “grup haberciliği yapılmasın, başkalarının yazmadığını yazsın, görmediğini fotoğraflasın” diye aramızda bir rekabet yaratılırdı. Ya şimdi?

Bizim dönemimizde basın suçlarına ilişkin davalar gazete sahibine, genel yayın müdürüne veya yazı işleri müdürüne yönelik açılırdı. Şimdiyse doğrudan muhabire yönelik açılıyor ve muhabir işten atılıyor. Benim en çok utandığım olaylardan biri de şudur: Mil-Ha’da Genel Müdürümüz Taner Atilla ve sonraki çalıştığım gazete ve televizyonlardaki müdürlerimiz bize hep Basın Meslek İlkeleri’ni hatırlatır, kılık kıyafetimize dikkat etmemizi, özellikle spor kıyafetleri az giymemizi öğütlerdi. Bugün ise belli başlı tribün sevdalıları dışında kılık kıyafetine dikkat eden kalmadığı gibi, bürolardaki meslek ilkelerinin yerini “patron ilkeleri” ya da “holding ilkeleri” aldı. Bu durum, Anayasa’da ve Türk Ceza Kanunu’nda yer alan meslek ilkelerine aykırı değil midir, utanılacak bir olay değil midir?

Aklıma yeni geldi, utanması gerekenlerin olduğu ve benim de çok utandığım bir olayı da DHA’da, Uğur Cebeci zamanında yaşadım. Ajansların birleşmesiyle oluşan DHA’da çalışırken, Hürriyet-Milliyet çekişmesi bir yana, kendi adıma kurduğum internet gazetesi ve kullandığım sosyal medya nedeniyle sık sık şikâyet edildim. Sonra Uğur Cebeci imzasıyla, “Bürodan sosyal medya kullanan kişiler işten atılır.” şeklinde bir genelge hepimize imzalatıldı. Ancak bir süre sonra o genelgeyi gönderen Uğur Cebeci de, beni şikâyet edenler de kendileri sosyal medya kullanmaya, paylaşımlar yapmaya ve hatta muhabirlere sosyal medyada paylaşım yapmaları için öğütler vermeye başladı. İşte, Mil-Ha’daki Genel Müdürümüz Taner Atilla’nın 1988’de Denizli’deki “Büro Temsilcileri Toplantısı”nda söylediği “Artık bürolarınızı unutun, büronuzu sırtınızda taşıyın, sahada olun!” sözleri ile 2003’te sosyal medya yasağı getiren Uğur Cebeci arasındaki farkı bir düşünün ve bugüne uyarlayın. Kim haklı, kim haksız?

1984-2003 yılları arasında çalıştığım Genel Müdürümüz Taner Atilla sertti, disiplinliydi, haberi iyi görür, eksikler konusunda muhabirleri fırçalar ama aynı zamanda teşvik ederdi. Söyledikleri bir gün sonra tamamlandığında muhabirin haberi manşet olur, ay sonunda da bir teşvik ödülü alırdı. Görev sırasında beklenmedik bir olay yaşandığında ilk arayan, soran, maddi ve manevi destek olan hep o olurdu. Uğur Cebeci ise zordaki muhabirlere Mil-Ha’daki gibi destek olmak yerine, “Biz veremeyiz kardeşim, işine gelmiyorsa çalışma.” diyerek Kokpit programlarını yapmaya devam ederdi. Bu örnekleri niye mi anlattım? Gazeteciliğin eski kimliğine yeniden kavuşabilmesi için birlik, beraberlik, dayanışma ve güçlü meslek örgütlerine; her şeyden önemlisi başarılı, ehliyetli, disiplinli ve çalışanlarını koruyan yöneticilere ihtiyaç var. Bir de tüm meslek örgütlerinin, basın suçlarına karşı barolarla iş birliği yaparak ücretsiz avukatlık ve adli yardım desteği vermesi gerekir.

SORU: Bu iniş çıkışlar mesleğin ruhunu nasıl etkiledi?

GÜLEÇ: Elbette bir meslek yeniliğe açık olacak. Biz, alaylı gazeteciler olarak, çağın değişimlerine direnmedik; direnenin yenileceğini biliyorduk. Elle, gazete kâğıdına haber yazmaktan daktiloya, telekse ve telefotoya geçtik. Telefonla haber yazdırmayı, davetiyeden haber çıkarmayı öğrendik. Klişeden plastik fotoğrafa, kalın plastikten büyük puntolarla başlık atmaya, karikatür çizmeye kadar birçok tekniği kullandık. Üstten bakılan, 12 pozluk geniş filmli Lübiter-2 makinelerinden, 38 pozluk siyah-beyaz, renkli ve slayt filmlere; oradan da otomatik, seri çekim yapan makinelere geçtik. Kamera kullanmayı, video haber yapmayı öğrendik.

Çektiğimiz fotoğrafların banyosunun bir haftada yapılmasını, ardından 2-3 gün içinde karta basılmasını beklerdik. Sonra bunları, daktiloda yazdığımız haberlere ataşla etiketleyip zarflar, acilse uçakla, değilse akşam yolcu otobüsüyle İstanbul’a gönderirdik. Akşamları da bu haberlerin yazı işlerinde gündeme alınması ve yayımlanması için telefonla özetini geçerek adeta bir mücadele verirdik. Bir zamanlar İstanbul’un aynı gün okuduğu gazeteyi biz bir iki gün sonra okurken, bugün haberleri saniyeler içinde önümüzde, soframızda görür olduk. Siyah-beyaz tek kanallı televizyondan, tek radyodan internet ve yeni nesil gazeteciliğe adım attık. “Bizden sonrakiler bilgisayar kullanır.” derken, bir-iki yıl direndikten sonra kendimiz de yenildik. 1985’te Kayseri’nin ilk bilgisayar dershanesini, Mega adıyla, Mil-Ha Kayseri bürosunun hemen yanında Ömer Tahtasakal açmıştı. Biz daktilo kullanırken bize, “Bakın bunu öğrenin, ücret de istemem.” demişti. Biz o an kabul etmedik ama hata yaptığımızı sonradan pişmanlıkla gördük. Çağa direnmek, mesleğin ruhuna aykırıdır ve direnenleri tarihe gömmeye yeter de artar.

Ancak bugün hem mevcut çalışanların hem de bu alanda okuyan öğrencilerin, yazılı, görsel veya dijital medyada çalışmak yerine; kestirmeden daha iyi bir iş bulma veya kamuda istihdam edilme mücadelesi verdiğini görmemek de körlük olur.

SORU: Genç gazetecilere baktığınızda ne görüyorsunuz?

GÜLEÇ: Genç gazetecilerde daha çok umutsuzluk, mutsuzluk, yetersiz ve kaçak çalıştırılmaktan kaynaklanan bir bıkkınlık, özlük haklarından mahrumiyet ve en acısı da haklarını bilmeme durumu görüyorum. Ancak mikrofon, kamera veya fotoğraf makinesiyle gidilen toplantılarda birbirlerine hava attıklarını, kendi aralarında mesleğin bir geleceği olmadığını konuştuklarını görüyor, duyuyorum. Üstelik çoğunun, çalıştığı kurumlardan ziyade anne babalarından maddi destek aldıklarını duymak da beni şaşırtmıyor. Bir de birbirleriyle tepişen sözde duayen ağabeylerinin dolduruşuna gelmeleri, sektördeki yerlerini daha da daraltıyor. Bu konudaki uyarıları ise dikkate almayarak yeni sorunlar yaşadıklarını ve dışlandıklarını görmüyorlar.

SORU: Onların gözlerinde geçmişin ışığını mı, geleceğin sorularını mı okuyorsunuz?

GÜLEÇ: Geçmişle ilgili, örnek ve model aldıkları gazetecileri konuşurken gözlerinde bir umut ışığı beliriyor. Ancak mevcut yaşadıkları, hızlı değişim ve gelişim karşısındaki çaresizlikleri nedeniyle geleceğe dair umutsuzluklarını da görüyorum. Bırakın mesleği; ülkedeki çeşitli kaygıları, siyasetteki ayrışmadan kaynaklanan gruplaşmaları, ekonomik zorlukları, dış politikayı, yabancılar sorununu ve daha pek çok konuyu duyuyorum. Bu ülkede kendilerini yabancı hissederek başka ülkelere gitmenin daha doğru olacağını düşündüklerini, ancak imkânsızlıklar ve bilgisizlik nedeniyle bunu nasıl yapacaklarını bilemediklerini ifade ediyorlar. Mevcut yaşamları ve gelecekleriyle ilgili az değil, derin bir kaygı ve umutsuzluk içinde olmaları, beklentilerinin kalmaması ve diplomalarının bir işe yaramadığını dile getirmeleri acı bir gerçek.

SORU: Meslek hayatınızda açık ya da örtük biçimde “geri çekilseniz iyi olur” mesajları aldığınız oldu mu?

GÜLEÇ: Çok fazla olmasa da zaman zaman dostane uyarılar aldım. Ben; suçlu-suçsuz, taraflı-tarafsız, partili-partisiz, işsiz-iş adamı, atanmış-seçilmiş gibi ayrımlar yapmadan, tek taraflı değil, meslek ilkelerine uygun olarak herkesi dinleyip görüşlerini alarak haber yaptığım için ciddi bir sorun yaşamadım. Ancak bunu 1980 öncesi ve sonrası diye de ayırmak gerekir. 1980 öncesi, mesleğin en zor günleriydi. Her yapılan haberden sonra bilmeden, istemeden düşman sahibi olunduğunu gördük. Elbette saldırılara da uğradık. 1979’da bir gün, sağ-sol çatışması sırasında fotoğraf çekerken fotoğraf makinemi kafamda parçaladılar, feci şekilde dövüldüm. O dönemde Günaydın gazetesinin çıkardığı Kayseri Haber’de çalışıyordum ve Genel Yayın Müdürü Şemsettin Çetinsöz idi. Başım gözüm kanlar içinde, elimde parçalanmış fotoğraf makinesiyle onun yanına gittim. Dönemin Emniyet Müdürü rahmetli Nuri Esirgen’di. Beni dinledi, çay ikram etti. Bir süre sonra Cumhuriyet Gazetesi Temsilcisi rahmetli Yavuz Okayben de saldırıya uğramış, kanlar içinde Emniyet Müdürü’nün odasına girdi. Ardından gazeteci-yazar rahmetli Doğan Ümit Aksel de dövülmüş olarak geldi. Emniyet Müdürü Nuri Esirgen hepimize bakarak, “Sanırım bugün gazetecilerin dayak yeme günü. Biraz daha bekleyelim, gelen olursa toptan işlem yaparız.” dedi ve o acı içinde gülüştük. Tabii Genel Yayın Müdürümüz Şemsettin Çetinsöz, tecrübesiyle ileriyi düşünerek kırık makineyle benim o hâlimin fotoğrafını çektirdi ama “Başına yeni bir iş gelmesin, ‘İşte bu!’ diyerek yeni saldırganların eline koz vermeyelim.” diyerek gazetede kullanılmasına izin vermedi.

Bir de 15 Temmuz’dan sonra yaşadığım bir olay oldu. Kayseri Emniyet Müdürü İbrahim Kulular ile Kayseri Cumhuriyet Başsavcısı Abdulkadir Akın’ın arası, FETÖ operasyonları nedeniyle açıktı. Yeni Adli Yıl’ın açılış kokteylinde konuştuğum Emniyet Müdürü, talimatla yaptıkları operasyonlarda ele geçirdikleri delillerin ve itirafların adliyede ciddiye alınmadığını, bu yüzden şüphelilerin serbest bırakıldığını ve o dönemde oluştuğu iddia edilen “FETÖ borsası”ndan çok tepkili olduğunu söyledi. Başsavcı ise kolluk kuvvetlerinin topladığı delillerin değerlendirildiğini, nihai kararın mahkemelerde verildiğini belirterek bu iddiaları kabul etmedi. Ben de o dönemde her ikisiyle görüşerek Kayseri Star Haber Gazetesi’nde manşetten, “Emniyet Müdürü suçladı, Başsavcı kendini savundu” başlığı ve “Hangisi doğru, hangisi yanlış?” spotlarıyla tam sayfa bir haber yayımladım. Özel haberimde iki tarafı da yıpratmak yerine, sorunun çözümüne yönelik bir habercilik anlayışı güttüm. Gazetenin bayilere dağıtımından kısa bir süre sonra Vali Süleyman Kamçı, tüm bayilerden gazeteyi toplattı ve “Muhabir, bu konuda röportaj izni almamış, sadece Başsavcı ve Emniyet Müdürü ile konuşmuştur. İki kurum arasında bir sorun yoktur.” şeklinde bir açıklama yaparak internet sitelerindeki haberi de kaldırttı, konuyla ilgili yayın yapanlardan da bu konuda konuşmamalarını rica etti. Sonrasında iki kurum arasındaki bu gerginlik çözüldü. Benim hem Başsavcı hem de Emniyet Müdürü ile hiçbir sorun yaşamadığım bu olayla ilgili, bazı fırsatçı meslektaşlarımın “Davut da gözaltına alınacak mı, ne zaman alınacak?” gibi sorular sorduklarını duydum. Bunu duyan Emniyet Müdürü ve Başsavcı, katıldıkları toplantılarda, “Davut doğru bir haber yaptı. Söylediklerimizi yumuşatarak verdi ve sorunun çözümüne katkı sağladı. Sizler ise onun kuyusunu kazmaya çalıştınız. Biz Davut’a teşekkür ederiz.” gibi sözlerle ilgililere mesajlarını verdiler.

SORU: Bu tür baskılara karşı nasıl bir duruş benimsediniz?

GÜLEÇ: Her mesleğin kurdu ve düşmanı, öncelikle kendi içindedir; kendi bürosunda, kendi çevresindedir. Bunu gerçek duayenlerimizden sık sık duyduk. Onlar bize; tek başına gazetecilik yapmayı, risk almayı, gerekirse bedel ödemeyi, ancak meslekte ve habercilikte kimseye güvenmemeyi, bu yüzden haberde belgelerin tam olmasını, eksiklik ve hata yapmamayı öğütlediler. Ben de 51 yıllık meslek hayatımda daima belgeli çalışmaya özen gösterdim.

Bir başka örnek verecek olursam; ölü ele geçirilen Botan grubundan üç PKK’lının yakalanmasına yönelik operasyon, MHP’nin Erciyes Zafer Kurultayı’nın yapıldığı alandaki bazı çadırlarda arama yapılmasına kadar uzanmıştı. Ben de bu grubun izini süren subaylardan oluşan timle bir süre birlikte hareket ederken bu aramaların fotoğrafını çekmeyi başardım. Haber, Milliyet gazetesinde manşetten yayımlandı. Rakip büroların temsilcileri bu haberi atladığı için, haberin doğru olmadığının söylenmesi yönünde vali ve il jandarma komutanından defalarca, “Bizi işten atacaklar.” diyerek ricada bulundular. Ancak zamanın valisi ve il jandarma komutanı, olayın doğru olduğunu belirterek haberi yalanlamadılar. Bir hafta sonra da o grup, bir çatışmada ölü ele geçirildi. Çatışma sonrası yapılan resmi açıklamada ise benim yazdıklarımdan daha fazlasını kamuoyuyla paylaştılar.

Bir de siyasi parti liderlerini, devlet büyüklerini ve futbol takımlarını merkezden takip eden gazeteciler olurdu. Bunlar genellikle grup hâlinde hareket eder, birbirlerinden haber atlatmazlardı. Buna karşı bizim Mil-Ha Genel Müdürümüz Taner Atilla da Kayseri dışına bu kişileri takip için bizi gönderdiğinde, o gruplardan ayrılarak onların görmediği detayları yazmamızı ve fotoğraflamamızı isterdi. Bir gün MHP lideri Devlet Bahçeli Kırşehir’e gelmiş, bir dizi açılış ve ziyaret yapmıştı. Ankara’dan onu takip eden gazeteci grubu topluca yemeğe geçince, ben de Bahçeli’yi Neslihan Parkı’nda yemek yerken merdivenlerden takip ettim. O sırada benden başka gazeteci yoktu. Bahçeli, çocuklara yediklerinden ikram ederken ben de o anın fotoğrafını çekmeyi başardım. Bunu merkeze bildirdim ve filmi Ankara’ya gönderdim. Bir gün sonra Bahçeli’nin çocuklara yemek ikram ettiği o fotoğraf geniş yankı buldu ve Ankara’dan gelen gazetecilerin tamamı fırça yedi. Ertesi gün aynı yerde Bahçeli’yi takip ederken, Ankara’dan gelen meslektaşlarımız beni bu haberle tanıdı ve “Abi, yine haber atladık mı?” diye sorarak ister istemez tedirginliklerini hissettirdi. Tabii buna benzer atlatma haberlerle gündemde kalırken, rakiplerimiz de arkamızdan hep kuyu kazmaya çalıştı.

SORU: Kendi etik sınırlarınızı meslek boyunca nasıl muhafaza ettiniz?

GÜLEÇ: Risk alarak, bazen ağır bedeller ödeyerek ve hep “Yalnız doğdum, yalnız öleceğim.” anlayışıyla sadece kendime güvenerek. Bir de her haberimde sır tutarak. Yıpratmak amacıyla “hırsız” veya “sapık” denmediği sürece, arkamdan konuşulanlara karşı hep “Reklamın iyisi kötüsü olmaz.” anlayışıyla hareket ettim; sustum, görmedim, duymadım. Bazen de sık sık kuyu kazanların yanına giderek onlarla yüzleştim, onları kendi silahlarıyla vurarak ve yıpratarak yendim. Ve sonuçta bu meslekte 51 yılı doldurdum.

SORU: Etik ile gerçeğin çatıştığı anlarda nasıl bir iç pusula izlediniz?

GÜLEÇ: Hep etik ve gerçeklik arasında bir terazi misali dengede olmaya çalıştım. Bu dengeyi özellikle eğitim-öğretim, gençlik, aile, şehitler-gaziler, yoksullar ve isimsiz kahramanlar gibi konularda gözettim. Pusulanın şaşmaması için de aldığım kararları bazen kimseye sormadan aynen uyguladım. Bazen sorsam da bildiğim yoldan şaşmadım. Etik ilkelerle inatlaşanları ise “cahil, bağnaz ve tutucudurlar” diyerek ciddiye almadım. Sonrasında ciddiye almadıklarımın çoğu ya meslekten ayrıldı, kovuldu ya da meslekle ilgisi olmayan işlerde çalışmaya başladı.

SORU: Geriye dönüp baktığınızda, “keşke farklı yapsaydım” dediğiniz bir haber ya da karar oldu mu?

GÜLEÇ: Kesinlikle oldu. Bunlardan birine örnek vereyim: Mil-Ha’da çalışırken aynı zamanda yerel Kayseri Haber gazetesinin 2. ve 3. sayfasını da ben hazırlıyordum. O dönemde şimdiki imkânlar yoktu. Klişe ya da plastik fotoğrafları ilgili kasanın gözlerinden alır, uygun olanı haberde kullanırdık. Haberlerde ve yazı dizilerinde muhabirin ya da araştırmayı yapanın adını, soyadını, bazen de küçük bir fotoğrafını kullanırdık. Son olarak, “Bacasız Fabrika: Fuhuş’un Şifreleri” üzerine bir yazı dizisi hazırlamıştım.

Bir gün gazeteye elinde gazeteyle bir adam girdi. “Davut Güleç kim?” diye sordu. Ben de kendimi tanıttım. Gazetenin 3. sayfasını açtı ve haberde kullandığımız, Emniyet Ahlak Büro’da bir fuhuş operasyonunda yakalanan ve bizim çektiğimiz bir kadının klişe fotoğrafını gösterdi. “Ben bu kadını sokaktan kurtarıp resmî nikâhlı karım yaptım. Sen ise her haberde bu fotoğrafı kullanarak bizi rezil ettin. Şimdi ondan ayrılıyorum. Artık daha çok kullanır, sevinirsin!” diyerek gitti. Buna çok üzülmüş, “Keşke…” demiştim. Sonrasında zaten polisiye haberlerde “buzlama” veya “yüzü gizleme” uygulamasına geçildi. Bu kesinlikle doğru bir karardı. Ancak benim bahsettiğim dönem, fotoğrafların klişe olarak kullanıldığı bir dönemdi.

SORU: Pişmanlıklar, mesleki gelişimin bir parçası olabilir mi?

GÜLEÇ: Her suçlunun ve yaşamına son verenin elbette bir pişmanlığı vardır. Adli tıp uzmanları, “Kendini iple asanlar, son anda hissettikleri pişmanlıkla o ipten kurtulmak isterken boyun kemiklerini kırarak ölürler.” derdi. Bazı hâkim ve savcılar, “Suçlu özür diliyor ama öldürdükleri geri gelmiyor, tecavüz ettikleri bekâretine kavuşamıyor, yıkılan yuvalar yeniden kurulamıyor.” sözünü sıkça kullanırdı. Bazen şehit cenazelerinde siyasilerin “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” sloganına, acılı aile yakınlarından “Gelin bunu annesine-babasına sorun.” diye karşılık verenler olurdu. Bir de futbol maçlarındaki “Burası Kayseri, buradan çıkış yok!” sloganının ardından, “Maç bitince tribünde kim kalıyor?” denmesi gibi, sonradan tebessümle anılan pişmanlıklara da örnekler verilebilir.

Yaşanan her “keşke”, “acaba”, “olmasaydı”, “yazmasaydım”, “elim kırılsaydı” gibi pişmanlıklar, bizleri bugünlere getirirken aynı zamanda “hayat boyu öğrenme” yolunda eğitti, eğitmeye devam ediyor ve gelecekteki yenilikler, değişimler ve dönüşümlerle de eğitmeye devam edecek. Böylece pişmanlıklarımız belki sıfırlanmayacak ama en aza inecek.

SORU: Sizce gazetecilik bugün hâlâ toplumsal bir gereklilik mi?

GÜLEÇ: Kesinlikle toplumsal bir gerekliliktir. Ancak sürekli televizyon, radyo, konferans, seminer gibi etkinliklere katılan, meslek içi bilgilendirme toplantılarında veya iletişim fakültelerinde boy gösteren belirli bir kesim var ki ben onlara “nöbetçi bankamatik memuru gazeteciler” diyorum. Çünkü ekranda onları izleyenler artık bıkıyor ama onlar, o renkli cam ve mikrofon hastalığından, her konuda “Ben her şeyi bilirim.” anlayışından vazgeçmiyor. Onlar kenara çekilip yerlerine diğer meslek çalışanları geçse, medyada bir çeşitlilik, farklılık oluşacak ve belki de toplumun gerçek doğruları ortaya çıkıp konuşulacak. Mesleğin eskisi gibi toplumun ağzı, dili, eli, kolu, kısacası her şeyi olabilmesi için, öncelikle toplumsal bozulmanın da iyi değerlendirilerek bütüncül bir anlayışla güncellenmesi şarttır.

SORU: Bu mesleğin anlamını, bugünün dünyasında nerede konumlandırıyorsunuz?

GÜLEÇ: Bu mesleğin son yıllardaki en önemli anlamı; yaşanan depremler, yeraltı ve yerüstü olayları, savaşlar ve doğal felaketlerin doğru bir şekilde haberleştirilmesi olsa gerek. Mesleğimiz bir kamu hizmeti veriyorsa, sadece halkın değil, kamunun da toplumun da sesi olmalıdır. Doğru bilgilendirme esastır. Elbette haberde yorum olmamalıdır; yorumu köşe yazarı yapmalıdır. Haber yazılırken “5N1K” kuralı tam olarak işletilmelidir. “Uzmanlar belirtti”, “öğrenildi”, “dikkat çekti”, “edinilen bilgiye göre” gibi yoruma dayalı ifadelerden kaçınılarak temel habercilik ilkelerine dönülmelidir. Yoksa bu tür ilkesiz haberler, basın suçlarını artırdığı gibi, mesleğinden olanları ve başını derde sokan gazetecileri de artıracaktır. Bugünün dünyasında ne yazık ki daha çok basın suçları ve suçlu sayısı konuşulacak gibi görünüyor.

Gazeteci meraklıdır. Toplum “Merak etme, başına iş gelir.” derken, gazeteci o merakla haber ve kitap yazar, belgesel oluşturur. Sonrasında ödül de kazanabilir. Merak etmeden, araştırmadan, incelemeden, belge bulmadan ve risk almadan gazetecilik olmaz, olamaz. Elbette bazı sıkıntılı ve riskli haberlerden dolayı davalar açılabilir. Ancak bu durum, gazeteciyi mesleğinden soğutmamalı, yıldırmamalıdır. Gazeteci, bu davalara karşı bile uluslararası mahkemelerin ve diğer yargı organlarının kararlarını inceleyerek kendini savunabilmelidir.

Dün ve bugüne baktığımda, gerçek duayenler ile sahte duayenler arasındaki farka da bir örnek vermek istiyorum. Kayseri’de gerçek duayenlerden biri, Kuvâ-yı Milliye’nin karargâh sorumlusu, aynı zamanda bir avukat, doktor, öğretmen ve gazeteci olan Yunus Bekir’dir. Mezarı da Melikgazi ilçesinin Turan köyündedir. Her yıl 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nde mezarı ziyaret edilir. Ondan sonraki rahmetli olmuş veya hâlen yaşayan gerçek duayenler de ortadadır. Ancak Kayseri’de hiçbirinin adı bir caddeye, bulvara, parka, spor salonuna veya oturduğu mahalledeki bir alana verilmedi. Sadece bir kişinin adı, iktidar partisinin ısrarıyla, devletin ve Kayseri Gazeteciler Cemiyeti’nin yaptırdığı Basın Müzesi’ne ve İletişim Fakültesi’nde de bir sınıfa verildi. Kayseri’de tepkilere rağmen bu ayıp hâlen yaşatılıyor. Oysa ondan önce yaşamış pek çok rahmetli veya hâlen hayatta olan duayen var. Bu durum, hem mesleğin ve meslek örgütlerinin hem de iktidarın mesleğe bakış açısını gösteren kötü örneklerden biridir.

SORU: Bugünün koşullarında gazeteciliğe yeni adım atan birine ne tavsiye edersiniz?

GÜLEÇ: Öncelikle kendilerine güvenmelerini; gazetecilik meslek ilkelerini, Türk Ceza Kanunu’nu, Basın Kanunu’nu, Anayasal haklarını ve basın suçlarını çok iyi öğrenmelerini tavsiye ederim. Mesleğe atılmadan önce son kararlarını vermelerini, başarılı olmak için yılmadan mücadele etmelerini ve grup haberciliğinden kaçınarak, arkadaşlık ilişkilerini mesleki ilişkiler ve haber paylaşımlarıyla karıştırmadan, hata yapmadan sürdürmelerini öğütlerim. Aykırı ve toplumun dışladığı, hatta korktuğu kişilerle, liderlerle ve farklı insan figürleriyle röportaj yapmaktan çekinmemelerini, anılarını kaleme almalarını öneririm. Zaman zaman sordukları sorularla başkalarını güldürseler de “Bu da sorulur mu?” dense de o soruları sormaya devam ederek dikkat çekmeliler. İçlerindeki yetenekleri dışarı çıkararak hayata geçirmelerini ve bu konuda zirveye oynamalarını tavsiye ederim. Dağcılık, kayak, doğa yürüyüşleri gibi sportif faaliyetlerde veya çeşitli kültürel ve sanatsal alanlarda lider konuma yükselmeleri, onlara farklı bir bakış açısı kazandıracaktır.

Aykırı ve cesur sorularıma bir örnek vermek isterim: Fransa’da sözde Ermeni soykırımını tanıyan yasanın kabul edilmesinden sonra, Ermeni Patrikhanesi’nin Türkiye’deki ilk ayini Kayseri’de yapıldı. O güne kadar Paskalya da dâhil olmak üzere yılda sadece iki kez birkaç otobüsle geldikleri Kayseri’deki ayine, o yasadan sonra patrik dâhil onlarca otobüsle geldiler. Bu durum herkesin dikkatini çekti. Ayin sonrasında Türkiye Patriği’ne, Fransa’nın bu soykırım yasası hakkındaki görüşünü sordum. Sinirlendi. Cebinden Türk vatandaşı kimliğini çıkararak, “Ben bu ülkenin vatandaşıyım, işte kimliğim.” dedi. Ben de bunun üzerine, “Bu kimliği göstererek soruma yanıt vermemiş oldunuz. Ne demek istediniz?” diye yeni bir soru sordum. Bu soruma sinirli bir şekilde, “Bu topraklar bizim!” diye karşılık verdi. Ben de “Yani ‘Bu topraklar bizim.’ derken, ‘Türkler mi bu topraklardan gitmeli?’ demek istediniz?” şeklinde yeni bir soru yönelttim. Bu sorum üzerine sesini daha da yükseltti. Ben de böyle bir soru karşısında bir Müslüman veya diğer dinlerin liderlerinin daha sakin ve ikna edici yanıtlar vereceğini, kendisinin neden bağırdığını sordum. Bu sözlerim üzerine, “Haklısınız, özür dilerim.” dedi ve soykırım yasasına olan tepkisini dile getirdi. Bu diyalog, ulusal basında “Patriği Kızdıran Soru” başlıklarıyla gündeme geldi. Çalıştığım DHA’nın genel müdür yardımcısı, “Böyle sorular bizim ilkelerimize aykırı. Biz bunu servis etmeyeceğiz.” diyerek benimle tartışsa da diğer ajanslar ve basın kuruluşları benim sorularım üzerinden günlerce gündem oluşturdu ve haber yaptı.

Bugün ajans ve bülten haberciliğinde üretilen haberlerin çoğu, aslında iletişim fakültelerindeki genç gazeteci adaylarının ürettiği fikirlerden ibaret. Öğrencilerin kendi aralarında konuştukları, okul gazetelerinde yayımladıkları veya ödev olarak hazırladıkları, henüz nota bile dönüşmemiş ham haber taslakları alınıp biraz genişletilerek servis ediliyor. Bu, düpedüz haber hırsızlığı, emek sömürüsü ve vicdansızlıktır. Ajansların imkânları ile diğer basın-yayın kuruluşlarının ve muhabirlerinin imkânları arasında ters bir orantı var. Zaten bu yüzden “ucuz habercilik” olan ajans ve bülten haberciliği mesleğe büyük zarar veriyor. Hazır ve kolay, masa başı gazetecilik; kopyala-yapıştır ve telifsiz fotoğraf ekle-çıkar anlayışıyla yapılan bu habercilik, “güven sıralamasında sürekli sonlarda yer alan” mesleğimizi, ne yazık ki sonunculukta liderliğe koşturuyor.

Tavsiyem, başlarda da söylediğim gibi, iyi bir gazeteci ve medya elemanı risk alır, bedelini belki de ağır öder ama adından söz ettirerek her zaman ayakta kalır. “Atlar ayakta ölür.” misali, arkasına bakmadan, hatalarından ve yanlışlarından ders çıkararak daima önüne bakar. Habercilikte kimseye küçülmez, kimse küçümsenmez. Dağdaki bir çoban, belki de birçok haber üretmek için en iyi kaynak olabilir. Toplumun dışladığı bir dilenci, çöpçü, hurdacı, yedek parçacı, ayakkabı tamircisi, mahalle bakkalı veya süt üreticisi de öyle. Buna bir örnek vereyim: Bir sel baskını sonrası gittiğim bölgede fotoğraf makinemin, kameramın ve cep telefonumun bataryaları tükenme noktasına gelmişti. Çaresizlikten strese girdiğim bir anda, demir yolu üzerinde otururken gördüğüm bir çobandan, rayları kullanarak nasıl batarya şarj edebileceğimi öğrendim.

Gençlerin çok okuması gerektiğine dair de bir başka örnek vermek isterim. Rahmetli olan avukat bir ağabeyim, ben Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilciliği yaparken ve “Kayseri’de düzenli doğa sporlarını kim başlatmış?” diye araştırırken, bana yazdığı “Erciyes Günlükleri” kitabını hediye etti. Kitapta, lisede okurken arkadaşlarıyla şehir merkezinde buluşup Erciyes’e nasıl yürüdüklerini, kamp kurduklarını ve zirve tırmanışı yapıp geri döndüklerini anlatıyordu. Ancak kitabın bir yerinde şöyle bir anı vardı: “1961 yılında bir cuma günü, yine Kayseri Cumhuriyet Meydanı’nda benzer bir etkinlik için arkadaşlarla okul çıkışı toplanmaya başladık. Bu sırada, meydandaki tarihî Kayseri Saat Kulesi’nin hemen karşısındaki çınar ağacında, boynunda yaftasıyla bir cinayet hükümlüsü idam edilecekti. Gözümüze takılan ve bizi en çok etkileyen şey, idam edilen katilin karşısında duran dört yaşındaki oğlunun da bu olayı izlemesiydi.” Ben bu satırları okuyunca, yaklaşık bir yıl boyunca o dört yaşındaki çocuğu bularak onunla konuşmak ve babasının idamını izledikten sonraki duygularını kitaplaştırmak istedim. Birçok belgeye ulaştım ama maalesef o çocuğa ulaşamadım. Fakat bu araştırma sırasında başka bir şey öğrendim ve onu haber yaptım. 1931 yılında Hıfzıssıhha’da çalışan Özbek bir doktor, kuracağı gezici sağlık ekibinin “en iyi yürüyen ve koşanlardan oluşması” gerektiğine inanıyormuş. Bu amaçla bir grup adayı şehir merkezinden 25 kilometre uzaktaki Erciyes’e götürüp getirmiş ve bu zorlu yolculuğu tamamlayabilenlerden sağlık ekibini kurmuş. Bunun belgelerini buldum ve pek çok konferansta anlattım.

Yine bir başka örnek: Sağlık personeli ile aram her zaman çok iyiydi. Zaman zaman onların karşılaştığı ilginç olayları haber yapar, bazen de tıp dergilerinde yayımlanması amacıyla slayt filmlerini ben çekerdim. Bu süreçte onlarla arkadaş oldum; çaylarını içtim, yemeklerini yedim, anılarını dinledim. Bir gün bir kadın doktorla otururken içeri bir kadın hasta girdi. Kadın, doktora “Siz nasıl insanlarsınız?” diyerek uzun süre hakaret etti. Olay şuydu: Kadın birkaç ay önce doktora gelmiş, akıntısı için ilaç istemiş, doktor da ona bir fitil vermişti. Hasta, “Bunu nasıl kullanacağım?” diye sorduğunda doktor, “Yatmadan önce rahmine yerleştir.” demişti. Ancak kadın, akıntısının geçmediği gibi bir de hamile kaldığını söylüyordu. Doktor, “İlacı nasıl kullandın?” diye sorunca kadın şu yanıtı verdi: “Senin dediğin gibi yaptım. Yatmadan önce yanımda yatan kocam Rahmi’nin ağzına koydum. Ama ne zaman koysam adamın ağzı köpürdü, hastaneye götürmek zorunda kaldık.” Meğer kadın, fitili kendi rahmi yerine, kocası Rahmi’nin ağzına koymuştu. Biz bu trajikomik olaya çok gülsek de sonrasında bu haberden çok sayıda ödül aldım.

SORU: Onları bekleyen yol, sizce nasıl bir ahlaki ve entelektüel donanım gerektiriyor?

GÜLEÇ: Gençleri bekleyen yol; mesleki ahlak ve ilke erozyonu, yetersiz eğitim, branşlaşma eksikliği, düşük ücretler, sigortasızlık, ödenmeyen primler, kadrosuzluk, zamanında ödenmeyen veya ödense bile bir kısmı elden geri alınan asgari ücretler, delik deşik edilmiş bir Basın Kanunu, işsiz kalındığında sahip çıkacak bir meslek örgütünün yokluğu, çalışılan kurumda hukuksal desteğin bulunmaması ve meslek örgütlerine üye olamama gibi engellerle dolu, stresli ve risk almaya değmeyecek tuzaklarla bezeli bir yol. Zaten “hazır-kolaycılık, kopyala-yapıştır ve ajans haberciliği” anlayışından sonra şimdi de haberlerin yapay zekâya yaptırılması, genç gazetecileri bekleyen en ciddi tehlike ve risklerden biridir. Donanımları tam olsa da bu sorunların birçoğunu aşmaları çok zor. Bir de yeni nesil, ne yazık ki büyüklerine karşı pek vefalı ve saygılı değil. İkili ilişkileri çok zayıf ve genellikle okulda öğrendiklerini yeterli sayan bir anlayışa sahipler.

Buna bir örnek verecek olursam: Yerel bir gazetenin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaparken, yanımıza dostların “Size emanet.” diyerek gönderdiği, İletişim Fakültesi mezunu ama az tecrübeli bir genç geldi. Yazdığı haberlerin hem başlıkları hem de içerikleri basın suçları ile doluydu. Ben de düzeltiyor ve gazetede öyle yayımlıyordum. Bir gün karşıma geçip, “Benim haberlerime dokunmayın, aynen yayımlansın.” dedi. Onu kırmamak adına “Peki.” dedim ama yine de düzelterek yayımladım. Sonra bir gün onu karşıma alıp, yazdığı haberlerdeki ve başlıklardaki hataları tek tek anlatınca utandı ve “Abi, sen düzelt. Benim kusuruma bakma.” dedi. Ben de gülerek, “Tamam ‘Arıza Abi’.” dedim. O günden sonra görenler ona “Arıza” der ama meslekteki ilerleyişi iyi oldu.

SORU: Tüm zorluklara rağmen bu meslekte sizi ayakta tutan neydi?

GÜLEÇ: Kendime olan güvenim, risk almayı sevmem, gerekirse bedel ödemekten çekinmemem ve meslekte hep yalnız hareket etmem. Duayenlerimi dinlemem ama bazen de tecrübeli ustalardan akıl almam; kamu kurum ve kuruluşlarıyla iyi ilişkiler kurmam; hayatı dolu dolu yaşamak için sportif etkinliklere, kültür-sanat faaliyetlerine katılmam ve arkadaş çevrem aracılığıyla haber kaynaklarımı çeşitlendirmem beni ayakta tuttu.

Yine bir örnek vereyim: Milliyet Haber Ajansı’nda çalışırken, Kanal D’de yayımlanan Televole programı için haber yaptığım Erciyes Kar Kaplanları grubuyla 1988’de tanıştım. Sonrasında her hafta sonu onlarla aralıksız yürüdüm ve bölgeyi tanıdım. Ardından spor derneği ve kulübünü kurduk. Kışın yaptığım kar banyosu ve buzlu suya girme haberlerimle, aldığım HİS (Herkes İçin Spor) ve doğa sporları liderlik eğitimleriyle dikkat çektim. Dernek içinde bir Türk Sanat Müziği korosu kurduk ve “Kaplanlar Korosu” adıyla televizyon programları yaptık. Mavi kapak toplayarak çevreyi temizlerken, bu projeyle dört engelliye ikisi akülü olmak üzere dört tekerlekli sandalye hediye ettik. Dünyada ilk kez 50 yaş üzerinde yüksek irtifa sporunu, kışın kar banyosu ve buzlu suya girerek yapan, çoğu mevkii-makam sahibi insanlardan oluşan grubumuzla uluslararası bir tıp araştırmasına konu olduk ve 300’ü aşkın testten geçtik. Bu çalışmayla Uluslararası Tıp literatürüne girdik. Cumhurbaşkanlığı döneminde Abdullah Gül’ün bana kar banyosu yaptırması, 110 ülkede 318 bin habere konu oldu ve hakkında yazılan 900’e yakın köşe yazısıyla bir rekor kırdı. Burada en çok dikkatimi çeken köşe yazısı başlığı “Çılgın Türklerin Manyak Torunları” oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye, Kayseri ve Erciyes’in tanıtımına yaptığım katkılardan dolayı özel bir ödül verdi. Bazı çekemeyen arkadaşlar, “reklamı olmasın” diye haberlerde ismimi kullanmasa da yaptıklarımla hepsi benim reklamımı yapmak zorunda kaldı. Kısacası, direndim ve kazandım. Gençlere de tavsiyem budur.

SORU: Sizce yeni kuşak o gücü ve ilhamı nerede bulabilir?

GÜLEÇ: Kendilerini sadece okuldaki eğitimle avutmayarak, sürekli yenileyerek; meslekte “yağmur suyu” ile yetinmek yerine okyanusu hedefleyerek hareket etmeliler. Ben meslekte çevre edinmek ve haber kaynaklarımı çoğaltmak için aldığım maaşın üzerinde harcama yapardım; eşantiyon dağıtır, onlarla sohbet eder, yemek yerdim. Zamanla o insanlar beni “Gazeteci Davut Güleç” yaptı. Bu soruyu bizlere soran gençlere tavsiyem şudur: Bu gücü ve ilhamı; risk alarak, gerekirse bedel ödeyerek, “ağabeylerinin” tepişmelerinde taraf olmayarak, çenelerini tutarak, meslektaşlarını ve kurumları “şucu-bucu” diye yaftalamadan, yargılamadan bulabilirler. Eğer bunları yapmazlarsa, bir gün kınadıkları yerde çalışmak zorunda kalabilir ve utanırlar.

SORU: Hiç yayınlayamadığınız ama hâlâ içinizde kalan, “keşke duyurabilseydik” dediğiniz bir haber var mı?

GÜLEÇ: O kadar çok ki… Bir gün telefondan, bir bebek ticaretiyle ilgili ihbar aldım. Arayan kişi, “‘Şu köyde yaşayan altı yaşındaki çocuk, bir hastanede doğumdan hemen sonra ‘öldü’ denilerek, çocukları olmayan şu aileye satıldı. Bu işin içinde doktor, ebe gibi bazı kişiler var. Bunu haber yaparsanız sevinirim.” diyerek telefonu kapattı ama kendisiyle ilgili hiçbir bilgi vermedi. Denilen köye gittim. Çocuğun üvey babası bir süre önce ölmüştü. Gurbetçiydi, kesin dönüş yapmıştı. Uzun yıllar çocukları olmamış, bu şekilde evlat özlemlerini gidermişlerdi. Kadın, bebek gelmeden önce çevresine “Tedavi sonrası hamile kaldım.” diyerek durumu duyurmuş, aralıklarla karnını büyütmüş ve zamanı gelince “Doğum oldu.” diyerek çevresini kandırmıştı. Bebek aslında bir öğretmen çifte aitti. Bebeğin gerçek annesine “karnında ölmüş” denmiş, “cenin sayıldığı” ve kimlik çıkarılmadığı için kendilerine verilmemiş, aile de bu durumu kabul etmişti.

Çocuk ile üvey annesini görmek için çiftliklerine gittim. Altı yaşına gelmiş çocuk, bir köpekten korkunca üvey annesine doğru “Anne!” diye koştu, kucağına sıçradı ve boynuna sarıldı. Bu sahneden sonra kadına olayı sordum. Dobra dobra her şeyi doğruladı. “O benim oğlum, koçum!” diyerek çocuğa defalarca sarıldı, onu öptü, kokladı. Sonra da “Kocam ölünce iki kaynım, miras bu çocuğa kalmasın diye böyle sağa sola ihbarlarda bulunuyor. Bu ihbarın aslı mal kavgasıdır.” dedi. Kayseri’ye döndüm. Olay tarihinde hastanede sadece bu bebeğin doğumu gerçekleşmişti. Kayıtlardan öğretmen anneyi buldum. Doğum sonrasında bebeği görüp görmediğini sordum. “‘Ölü doğum’ dendiği için görmediğini ve taburcu olduğunu” söyledi ve “Yoksa yaşıyor mu? Kandırıldık mı?” diye sordu. Ben de “O günle ilgili bir haber konusunda araştırma yapıyorum. Siz de araştırın. Belki de yaşıyordur.” dedim. Bu olay, iki aile ve çocuk açısından beni çok etkiledi, ister istemez duygulandım. İçimden gelmese de bir haberci olarak görevimi yapıp haberi hazırladım. Sonrasında soruşturmalar, tutuklamalar, çocuğun gerçek annesine kavuşması ve üvey annenin perişanlığı… Bir süre sonra üvey annenin de kalp krizi geçirerek öldüğünü öğrendim. Tekrar köye gidip üvey babanın iki kardeşini buldum. Onlarla bu konuyu konuştum. Onlar da ihbarı kendilerinin yaptığını ve malın yasa gereği kendilerine kaldığını söylediler. “Mutlu musunuz?” diye sordum, “Sizce?” diye karşılık verdiler. Sonrasında adli ve idari birçok olay yaşandı. O bebeğin ve ailelerin yaşadıkları, ister istemez “keşkeleri” de beraberinde getirdi. Özel habercilik böyle bir şeydir.

Bir başka olay: Ramazan Bayramı’nda Kayseri’de kaybolan ve daha sonra cesetleri bulunan üç çocukla ilgili, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gelen ve Kayseri’de görev yapan 1. Sınıf Emniyet Müdürü Ercan Taştekin başkanlığındaki CSI ekibinin oluşturduğu 40’a yakın suç dosyası vardı. Biz o dosyalardan sadece birini yazabildik.

Diğer bir olayda ise kocası gurbette olan ve iki yılda bir izne gelen bir kadın, kendisine jigololuk yapması için bir köfteciyle anlaşmıştı. Kocasının izne geleceği tarihlerden önce, kendisini oyuncak bir silahla kaçırtarak bir senaryo kurmuştu. Olay başta kadın kaçırma olarak yansıdı ama kocası “Bu bir iftira.” dedi. Sonra gerçeği öğrenip karısını boşadı. Buna benzer birkaç olayın detaylarını yazamadık.

Yurt dışında kendisini yabancı bir kadınla yatağında aldatan kocasından intikam almak için Kayseri’ye gelen bir kadının, resmî başvuru yaparak genelevde çalışma talebi olmuştu. Emniyet Asayiş Şube Müdürü, resmî başvuruyu işleme koymak istemedi. “Oralar sana göre değil.” dese de kadın direndi. Sonra kadın, Asayiş Şube Müdürü’nü Valiliğe “Benim özgürlüğümü kısıtlıyor.” diyerek şikâyet edince talebi işleme kondu ve genelevde çalışmaya başlatıldı. Daha ikinci müşteride “Ben buradan çıkmak istiyorum!” diyerek feryat etse de bu kez işlemler bahane edilerek çıkış süresi uzatıldı. Kadın genelevinden kurtulunca bizlere, “Kocam aldatıyorsa aldatsın, bu iş bize göre değilmiş.” diye röportaj verdi ama haberin fazla detayına giremedik.

Yine geneleve sevgilisi tarafından düşürülen, siyasi bir partinin kadın kolları başkanı vardı. Odası, o partinin liderinin fotoğraflarıyla süslüydü. Röportaj talebimizi her zaman geri çevirdi. “Keşke konuşsaydı.” dediğimiz bir olaydır.

Bir köyde bir adam, tefeciden para almış. Adamın malı mülkü, parası yok. Tefeci de “Madem verecek bir şeyin yok.” deyip adamın karısını, “Parayı getirinceye kadar karını emanet alıyorum.” diyerek alıkoymuş. Sonra olay, kadının hamile bırakılmasıyla farklı boyutlara ulaşmıştı.

“Keşke” dediğim olaylardan birini de ajansların birleşmesinden sonraki dönemde yaşadım. Merkezdeki editörlerden biri kadındı. Kayseri’den geçtiğim her fuhuş ve tecavüz haberi sonrasında beni arayıp detayları sorardı. Ben de o detayları öğrenmek için büyük çaba harcar, günümün yarısı, bazen tamamı bu işe giderdi. Öğrendiklerimi kendisine iletirdim. Ancak sorduğu detaylar gazetede, haberde yer almazdı. Örneğin, bir tecavüz olayında kot pantolon, mini etek ya da iç çamaşırı detayı; mağdurun direnip direnmediği, tırnak izi olup olmadığı, olayın tam olarak nerede gerçekleştiği gibi… Sonra ben bu durumu kendisine sordum. Sorduklarının neden haberde yer almadığını öğrenmek istediğimde, “Ben merak ediyorum. Belki ileride ben de bunlardan bir kitap yaparım.” dedi. Güldüm ve “Siz evli misiniz? Boşandınız mı? Çocuğunuz var mı?” diye sordum. O da dul olduğunu ve çocuğunun olmadığını söyledi. O an, “Fantazilerinle beni meşgul etme. Yayımlanacaksa sorabilirsin.” dedim. O günden sonra bir daha beni arayıp o tür sorular sormadı. Keşke bu olayı o zaman detaylıca yazabilseydim.

Yine bir köyde, dağda otlayan büyükbaş hayvanlardan biri, hemen kayalıkların altına kaya oyma yöntemiyle yapılmış bir kahvehanede okey oynayanların masasına düşmüş ve dört kişi yaralanmıştı. Ancak bu olayda haberin özü yerine daha çok alınan önlemler ve izinler konuşuldu.

SORU: Susturulan ya da görünmeyen o hikâye sizin için ne ifade ediyor?

GÜLEÇ: Bir haberin “susturulması” denince, önce meslektaşlara ve meslek örgütlerine bakmak lazım. Daha sonra güvenlik güçlerine, adliyeye, iktidara ve yasalara bakmak gerekir. Çünkü en çok susturma ve baskı, çalışılan meslek kuruluşlarında “patron, holding veya kurumsal ilkeler” adıyla, mobbing ile başlıyor. Sonra diğerleri geliyor. Bence hiçbir haber susturulmamalı, korkutulmamalı, engellenmemeli veya çöpe atılmamalıdır. Emeğe saygı gösterilmeli ve eskiden olduğu gibi, iyi haber yapan muhabirler gerekirse ödüllendirilmelidir.

Gazetecinin her gittiği yer, gördüğü, duyduğu, işittiği ve bildiği her şey haber konusu olabilir. Bilgi, paylaşıldıkça değer kazanır ve habere dönüşür. Toplumda “Meraktan adamın başına iş gelir.” derler ama gazetecinin başına o meraktan ödül gelir. Eğer her insan, her canlı, tarih, kültür, sanat, gelenekler, görenekler, âdetler ve hurafeler olumlu ya da olumsuz yönleriyle birer roman, birer hikâye ise, o zaman gazetecinin önü kesilmemelidir. Basın toplantılarında, “Böyle soru mu olur?”, “Bu soru sorulmaz, ayıp!” denilerek engellenmemelidir. En aykırı soruyu muhabir sormalı ki soru sorma tekniklerini, kendisini, mesleğini ve haberciliğini geliştirebilsin. Soru sormayan, araştırmayan biri bence iyi bir gazeteci olamaz. Daha önce de dediğim gibi, gazeteci konuşmalı, yazmalı; “yalnız haberciliği”, “çantasında büroyu taşımayı” öğrenmelidir. Gazeteci, büro gazeteciliğinden ve ajans haberciliğinin getirdiği kolaycılıktan uzaklaşmalıdır. Şimdi de sırada yapay zekâ haberciliği var; ondan da uzak durmalıdır.

Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, Kayseri ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Küresel Gazeteciler Konseyi, TSYD, TİMEF, AVKON, ADD üyesi, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği, Tüm Mücadele Sporları Derneği, Kayseri Spor Adamları Derneği, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu ----- Davut Güleç Kimdir ? -----

İlgili Haberler

Android Uygulama Popup
Logo

📲 Davut Güleç Haberler

Android cihazınızdan kolayca haberleri takip edin!

📥 Uygulamayı İndir
Android Uygulama Popup
Logo

📲 Davut Güleç Haberler

Android cihazınızdan kolayca haberleri takip edin!

📥 Uygulamayı İndir
Davut Güleç Panel İletişim Davut Güleç – Sağ Menü
Yukarı Çık Butonu - Siyah Halka
Modern GDPR Çerez Popup