Prof. Dr.Ata ATUN
(İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.)
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta tam bir soykırım yaşadık.
Hristiyan olmadığımız için 1963 yılında BM’den bizlere atılan kötü bir kazık ve Rumların kalleşçe uluslararası siyasi bir ayak oyunu ile eli kanlı papaz Makarios’un başında olduğu yönetim, Kıbrıs adasının tek tanınan resmi hükümeti olarak adaya hakim ve egemen oldu.
Bizler Kıbrıslı Türklere karşı Makarios hükümetinin astığı astık, kestiği kestikti. Yolda, belde, tarlada, çarşıda, pazarda, bankada, mağazada veya herhangi bir yerde yakaladığı Kıbrıslı Türkleri ensesine kurşun sıkıp, içi kireç dolu kuyulara atmış olan hiçbir Rumun mahkemeye çıkarıldığını ve cezalandırıldığını duymadım, görmedim, işitmedim ve Rum gazetelerinde de benzeri bir haberi okumadım.
Bu soykırım dönemi yılları içinde üniversiteyi bitirip adaya döner dönmez gönüllü mücahit oldum. Boyumun- kilomun uygun olması nedeni ile komando bölüğüne verildim. Mağusa’daki ilk iki aylık temel eğitimden sonra daha da zorlusu için bir aylık eğitim için gönderildiğim St. Hilarion’da canımı çıkardılar desem yeri var. Karavana ve yemek yoktu. Biz bulduğumuzu yemek zorundaydık ama sabah ve akşam sıcak çayımız vardı.
Terhis olduktan sonra mücahitliğimin bittiğini sanmıştım ama iki gece evde kalırken, üçüncü gece Sancak Karargah binasında (Bölge komuta merkezi) nöbete girmeye başladım. Rumların silahlı saldırılarına karşı koyabilecek 18-65 yaş arası erkek sayısı az olduğundan tam zamanlı mücahitliğimiz bittikten sonra yarı zamanlı olarak mücahitliğim devam etti Barış Harekatına kadar.
10 Temmuz 1974 gecesi yayınlanan bir emirle sarı alarm ilan edildi. Birkaç saat içinde mükemmel bir organizasyonla silahlarımızı aldık, mevzilerimizi hazırladık, donandık ve savaşa hazır hale geldik. 15 Temmuz sabahı Yunanistan’daki Albaylar Cuntası Makarios’a karşı darbe yapınca da kırmızı alarm ilan edildi. Bizler de önlemlerimizi arttırdık, adeta mermileri namluya sürdük ve eller tetikte beklemeye başladık.
20 Temmuz 1974 sabahı Mehmetçik, bizleri Rumların boyunduruğundan ve adayı enosisten kurtarmak amaçlı Girne kıyılarından adamıza ayak basınca korkunç bir savaş başladı. 15 Ağustos akşamüstü Mağusa’da Mehmetçikle kucaklaşınca artık savaş bitmiş, zafer bizim olmuştu. Rumlardan kurtulmuş, topraklarımızda özgür ve egemen olmuştuk.
Bunları niçin mi anlattım.
“Mağusa Mağusa olalı böyle acı görmedi” dediğimizde bize “küvetteki çocukları unuttunuz galiba” diyenlere cevap olsun diye…
Ne küvetteki şehitlerimizi unuttuk, ne uğradığımız katliamları, ne de kayıplarımızı…
Lakin biz savaşta, düşmanımızın kim olduğunu, elindeki silahları, asker sayısını ve nerede olduğunu çok iyi biliyorduk. Savaşın başında Rumların lehine olan güç dengesi süreç içinde Türklerin lehine dönünce, savaştan zaferle çıkan biz olunca üzüntülerimiz acılarımız bir nebze de olsa dindi.
Ama deprem bambaşka bir olay. En hazırlıksız, en beklenmedik, en gafil avlandığımız…
İnsani mücadele ile karşı koymanın, güç dengesini lehimize çevirmenin olanaksız olduğu, kazananın olmadığı bir ölüm kalım hesaplaşması, çaresizlik…
Ortada savaşacağın biri yok, düşman yok. Kestiremiyorsun, kaçamıyorsun ve en kötüsü de korunamıyorsun.
Şimdi anladınız mı acımızın neden bu denli büyük olduğunu?
***
Rumlar Umudu AB’de
1960’lı yıllarda, Kıbrıs adasında Türklerden daha çok nüfusa sahip oldukları için kendilerini Kıbrıs’ın aslanları ilan eden, astıkları astık, kestikleri kestik, pervasızca Kıbrıs Türküne katliam ve soykırım uygulayan Rumlar, Kıbrıs konusunda yalnız kalmış görünüyor. Umutlarını, hayallerini, geleceklerini ve Kıbrıs adasının sahibi olmak hayallerini bağladıkları güçlü dağlara arka arkaya karlar yağmış aradan geçen 60 yıl içinde.
Dönemin Rum lideri Makarios’un 1977 yılında yaptığı “Müzakereleri binbir bahane ile ipe un sererek, Türkiye’nin ekonomik siyasi ve askeri açıdan zayıf düşeceği güne kadar uzatacağız, o gün Türkiye’nin arkasına bir tekme de biz vurup adadan ve garantörlükten atacağız ve adanın tek hakimi olacağız” vasiyetini, ondan sonra makama oturan Kyprioanu yerine getirdi.
Kyprioanu’dan sonra makama seçilen Yorgo Vasiliu, iş adamı olduğu için kısa yoldan çözüme gitmeyi ve Türklerin eşit ortaklık haklarına sahip olduğu Gali Fikirler dizisinin altına imza atmaya yeltenince, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin Aforoz tehdidi, Rum Ulusal Konseyinin de vetosu ile karşılaşınca vazgeçti.
Vasiliu sonrası başa geçen Glafkos Klerides, kurt bir siyasetçi olduğundan hayallerin, varsayımların peşine düşmedi. Koltuğa oturduktan çok kısa bir müddet sonra Avrupa Birliğine (AB) üye olma ve AB’nin yardımı ile Kıbrıs adasının hakimiyetini ele geçirme hedefini kendine rehber aldı, stratejisini de belirleyip yürürlüğe koydu.
AB’nin “Sorunlu devletler, sorun çözülene kadar AB üyeliğine kabul edilemez” kuralını ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının amir maddesi olan “Kıbrıs Cumhuriyeti, garantörlerinin tümünün üye olmadığı bir birlikteliğe üye olamaz” engelini nasıl aşacağını kara kara düşünürken Almanya’nın periferik ülkeleri AB üyesi yapma girişimi ekmeklerine yağ sürdü. Yunanistan “Ya Kıbrıs Cumhuriyeti üye kabul edilir, ya da ben genişlemeyi durdururum” tehdidini masaya koyunca, Hristiyan Birliği olan AB, Rumları 2004 yılında üyeliğe kabul etmek zorunda kaldı. 1992 yılında Klerides’in başlattığı AB’ye üyelik süreci bir sonraki Rum lider Tassos Papadopulos döneminde üyelikle sonuçlandı. Rumlar AB’yi arkalarında hissetmeye başlayınca horozlanmaları, efelenmeleri de artmaya, kendilerini dokunulmaz hissetmeye başladı.
Adanın çevresindeki denizlerin kendilerinin olduğunu iddia edip -Türkiye’nin haklarını yok sayarak- araştırmalar başlattılar. Akıllarınca komşu ülkelerle Türkiye karşıtı ittifaklar kurup, Türkiye’yi bölgeden koparma ve kendi kıyılarına hapsetme girişimleri başlattılar. Türkiye’nin kıta sahanlığı haklarını yok sayıp, sözde bölgesel müttefikleri ile birlikte kendilerine ait olmayan bölgeden çıkaracaklarını ümit ettikleri doğalgazı EastMed diye adlandırdıkları proje ile AB’ye göndermenin hayallerini kurmaya başladılar.
Yunanistan’ın siyasi entrika ile Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de sözde Sevilla Haritası ile kabul ettirmeye çalıştığı egemenlik hakları, tüm bu horozlanmanın üstüne tüy dikti.
Yeni seçilen Rum lider Hristodulidis, müzakere tarihine göz atmış ve Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğu, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların uğruna AB’nin ve ABD’nin, Türkiye’yi karşılarına almak istemediği gerçeğine vakıf olmuş olacak ki, “Kıbrıs sorunun çözümü Brüksel’in elinde” açıklaması yaptı.
Şimdi, bırakın anaları Yunanistan ile birlikte Türkiye’ye kafa tutmayı, yanlarında AB olsa bile karşı duramayacaklarını çok iyi biliyorlar.
Bu nedenle de, AB’den, ABD’den, BM’den, siyasi yardım dileniyorlar, Türkiye’ye baskı yapmaları için yalvarıyorlar.
Tabi, Baf’taki, Limasol’daki, Larnaka’daki, Lefkoşa’daki ve Mağusa’daki Türk yerleşim bölgelerine, savunmasız Türk köylerine acımasızca saldıran Rumların Enosis hayali şimdilik rafa kalkmış gibi görünse de, Makarios’un, “Uygun zamanı kollama” stratejisinin her zaman canlı olduğu gerçeğinden hareketle uyanık olmamız gerekiyor. Zira su uyuyor, düşman uyumuyor…
***
Biz Nasıl Bir Milletiz
Batı dünyasının ünlü tarihçileri “Dünya tarihinden Türkleri çıkarırsanız geriye tarih diye bir şey kalmaz” derler. Çok doğrudur. Aslında bu açıklamanın akademik tanımlaması, insanoğlunun yaşadıklarının önceleri sözlü ve ezbere dayalı, sonra da yazılı olarak kayda geçirilmesi ile başlayan tarihi süreç içinde Türklerin doğal felaketler, hastalıklar veya savaşlar karşısında tek yumruk haline geldikleri ve yok olmadıklarıdır.
Üniversiteye ilk başladığım yıl, hocalarımdan bir tanesi Amerikalı Cizvit papazıydı. Hayatımda ilk defa bir Cizvit papazı ile karşılaşmıştım. Benim Türk olduğumu öğrenince birkaç hafta sonra “Sen Türk’sün, farklı meziyetleri olan milletin üyesisin” diyerek elime yaklaşık on sayfadan oluşan bir yazı tutuşturdu. “Oku ve bak biz sizi nasıl tanıyoruz” dedi.
Matematik hocam olan papazın elime tutuşturduğu evrakları okumaya başladım. Öncelikle mecburiyetten okumaya başladığım evraklar gittikçe ilgimi çekiyordu.
Elime tutuşturulan kâğıtlar, ABD ordusundaki araştırmacılar tarafından yazılmış, 1950-53 yılları arasında yer alan Kore Savaşı ile ilgili bir araştırma raporuydu ve bu savaşta yer almış, kod adı olan “Şimal Yıldızı” olan bir Tugaya aitti.
Rapor özellikle “ABD ordusundaki kayıpların, Şimal Yıldızı adlı tugayın kayıplarından neden daha fazla olduğu” ile ilgiliydi.
Raporun sonuç kısmı beni çok etkilemişti.
Sonuç bölümünde özetle “ABD ordusunun yaralı askerleri, hastaneye yeni bir yaralı asker gelince onu dışlamakta ve yardımcı olmamaktaydılar. Buna karşın Şimal Yıldızı adlı tugaya ait seferi hastaneye tugayın yaralı bir askeri gelince diğer yaralılar hemen onu aralarına alıyorlar, yemiyorlar yediriyorlar, içmiyorlar içiriyorlar, ilacını tam saatinde verip, her tür temizliğini yapıyorlar, hayatta kalabilmesi için de elden geleni yapıyorlardı” diyordu rapor.
Anladığınız üzere “Şimal Yıldızı”, Türk ordusuna ait kahraman tugayın kod adıydı.
Kore savaşının üzerinden çok uzun zaman, çok nesil geçti ancak yabancıların Türkler hakkındaki bu değerlendirmeleri değişmedi. Kyodo News muhabiri Hiromi Yasui Türk halkının depremden sonraki dayanışmasına hayran kaldığını söyleyince anımsadım bu raporu. Hiromi Yasui “Türk halkı sorunlar karşısında birbirlerine sarılıp işbirliği yapıyorlar, mükemmel bir dayanışma içine giriyorlar. Biz buna pek sahip değiliz. Türk insanının bu noktasını takip etmeliyiz.” dedi samimiyetle ve içtenlikle.
Arada kendi aramızda didişsek de Türk milleti olarak sadece kendimizin değil, dünyanın da kabul ettiği en önemli özelliklerimiz, yardımseverliğimiz, konukseverliğimiz, affediciliğimiz ve savaş gibi, afet gibi olağandışı olaylarda milletçe tek vücut, tel yumruk olabilmemiz.
Millet olarak bu özelliklerimizin temelinde birbirimize duyduğumuz sevgi ve yardımlaşma kültürümüze ilaveten mücadeleci ruhumuz, genlerimizdeki yenilmeme, yok olmama ve var olma isteği yatar. Tarihimiz bunun en güzel örnekleri ile doludur.
Örneklerde görüldüğü gibi bunu biz söylemiyoruz. Bizi gözlemleyen yabancılar söylüyor.
Eminim ki bizde bu özellikler var olduğu sürece deprem yaralarımızı da en kısa sürede saracağız…
***
Rumların Büyük Hayalleri
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) yeni liderini seçti.
Seçilen, bildiğiniz üzere Nikos Hristodulidis. (Νίκος Χριστοδουλίδης.)
Hristodulidis, 6 Aralık 1973, Baf, Yeroşibu doğumlu.
Rum yönetiminin geçmiş dönemdeki Dışişleri Bakanı ve akademisyen.
Barış Harekatını yaşamış ama hatırlamıyor.
Kıbrıs’ın gerçeklerini de o dönemleri yaşamadığı için sadece kitaplardan, belgelerden okuduğu kadarıyla biliyor.
Bir de Rum tezlerinden, kendilerini haklı çıkaracak metinler üzerinden, ilkokulda başlayan Türk düşmanlığı üzerine kurulu müfredattan…
Yeni başkanın Rum Bakanlar Kurulunu atadıktan sonra ilk işi Bakanları ile birlikte 13 EOKA’cı katilin gömülü olduğu Tutuklu Mezarları’nı ziyaret etmek ve boyundan büyük sözlerle esip gürlemek oldu.
Ne mi dedi? Federasyonu kurmak, adanın mutlak yöneticisi olmak ve Mağusa’ya geri dönmek için elinden geleni yapacağını söyledi.
Girne’ye geri dönmeyi pek planlamıyor olacak ki Girne’ye geri dönmekten şimdilik daha bahsetmedi!
Rum halkından ve siyasilerden gelecek olan baskılar arttıktan sonra ırki megalomanik duyguları harekete geçecek ve son Türk askerinin de adayı terk etmesine kadar mücadelesini sürdüreceğinden, Girne’yi almaktan, Karpaz Rumlarının Karpaz’a geri döneceğinden, garantilerin kalkacağından da bahsetmeye başlayacak, abileri gibi…
Ben aynı senaryoyla vizyona giren 7 filmin, her seferinde farklı başrol oyuncularıyla oynanan bu bölümünü tam yedi kez seyrettim. Şimdi aynı senaryonun yeni bir aktörün başrolünü oynadığı birinci bölümünün 2023 versiyonunu yeniden seyretmeye başlayacağız.
Yani; Hala daha Kıbrıs adasında Türkleri azınlık olarak gördükleri, aynen Makarios’un yaptığı “Türkiye’yi yok saymak” hatasını devam ettirdikleri, eninde sonunda adanın tümden kendilerinin olacağı hayali senaryosunun yeni aktörlerle hayata geçirilmesini…
ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin askeri, BM’nin de siyasi desteği ile Türkiye’yi adadan atabileceklerine, Kıbrıslı Türkleri sindirebileceklerine ve adanın tek hakimi olabileceklerine inanıyorlar. Hayal dünyaları inanılmaz geniş.
Dedik ya; ya geçmişi bilmiyorlar ya da unutuyorlar.
Mesela, Büyük Britanya Krallığının, Kıbrıs adasına bağımsızlık verme kararını ABD’nin baskısı ile 50’li yılların başında aldığını, bunu öğrenen Makarios’un önce EOKA’yı Yunanistan’ın desteği ile kurduğunu, EOKA’nın 1 Nisan 1955’de saldırılarını başlattığını, İngiliz Sömürge Yönetiminin istemesi halinde EOKA terör örgütünü bit gibi ezme gücüne sahip olduğunu ama İngiltere’nin Orta Doğu üzerindeki hakimiyetini kaybetmemek için adada askeri üs sahibi olmayı hedeflemesinden dolayı EOKA’ya pek dokunmadığını unutmuşa benziyorlar.
Türkiye’nin, kendileri ve Yunanistan gibi Batı dünyasının kölesi olmadığını, askeri ve siyasi olarak Batı teknolojisine mahkum olmaktan çıktığını, ABD’nin, AB’nin ve BM’nin Türkiye üzerinde artık yaptırım güçlerinin kalmadığını ve Türkiye’nin günümüzde bölgenin en güçlü devleti haline geldiğini bırakın kabul etmeyi, düşünmek bile istemiyorlar.
Bu nedenle de KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın gerçekçi, adaya barışı getirecek sürdürülebilir bir çözüme yönelik “egemen eşit, iki devlete dayalı çözüm” önerisini konuşmak ve tartışmak istemiyorlar. Hayallerinde, 1977 yılından beridir müzakere edilmekte olan ve her seferinde kendilerinin “ipe un sererek” yalan dolana dayalı gerekçelerle reddettikleri “Federasyon”a dayalı çözümü masaya koymak ve ABD’nin, AB’nin ve BM’nin baskıları ile dayatmak var.
Özetle; dünden bugüne tüm Rum liderler kendilerini adanın sahibi ve mutlak yöneticisi olarak görme hayali ve bu şekilde davranma yanılgısı içindeler, ki biz alışkınız…
Elbet bir gün, KKTC, Kıbrıs adasında, ikinci bağımsız ve egemen devlet olarak kabul görüp tanınınca, geç de olsa hayal dünyalarından uyanacaklar…
***
Rumlar Umudu AB’de
1960’lı yıllarda, Kıbrıs adasında Türklerden daha çok nüfusa sahip oldukları için kendilerini Kıbrıs’ın aslanları ilan eden, astıkları astık, kestikleri kestik, pervasızca Kıbrıs Türküne katliam ve soykırım uygulayan Rumlar, Kıbrıs konusunda yalnız kalmış görünüyor. Umutlarını, hayallerini, geleceklerini ve Kıbrıs adasının sahibi olmak hayallerini bağladıkları güçlü dağlara arka arkaya karlar yağmış aradan geçen 60 yıl içinde.
Dönemin Rum lideri Makarios’un 1977 yılında yaptığı “Müzakereleri binbir bahane ile ipe un sererek, Türkiye’nin ekonomik siyasi ve askeri açıdan zayıf düşeceği güne kadar uzatacağız, o gün Türkiye’nin arkasına bir tekme de biz vurup adadan ve garantörlükten atacağız ve adanın tek hakimi olacağız” vasiyetini, ondan sonra makama oturan Kyprioanu yerine getirdi.
Kyprioanu’dan sonra makama seçilen Yorgo Vasiliu, iş adamı olduğu için kısa yoldan çözüme gitmeyi ve Türklerin eşit ortaklık haklarına sahip olduğu Gali Fikirler dizisinin altına imza atmaya yeltenince, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin Aforoz tehdidi, Rum Ulusal Konseyinin de vetosu ile karşılaşınca vazgeçti.
Vasiliu sonrası başa geçen Glafkos Klerides, kurt bir siyasetçi olduğundan hayallerin, varsayımların peşine düşmedi. Koltuğa oturduktan çok kısa bir müddet sonra Avrupa Birliğine (AB) üye olma ve AB’nin yardımı ile Kıbrıs adasının hakimiyetini ele geçirme hedefini kendine rehber aldı, stratejisini de belirleyip yürürlüğe koydu.
AB’nin “Sorunlu devletler, sorun çözülene kadar AB üyeliğine kabul edilemez” kuralını ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının amir maddesi olan “Kıbrıs Cumhuriyeti, garantörlerinin tümünün üye olmadığı bir birlikteliğe üye olamaz” engelini nasıl aşacağını kara kara düşünürken Almanya’nın periferik ülkeleri AB üyesi yapma girişimi ekmeklerine yağ sürdü. Yunanistan “Ya Kıbrıs Cumhuriyeti üye kabul edilir, ya da ben genişlemeyi durdururum” tehdidini masaya koyunca, Hristiyan Birliği olan AB, Rumları 2004 yılında üyeliğe kabul etmek zorunda kaldı. 1992 yılında Klerides’in başlattığı AB’ye üyelik süreci bir sonraki Rum lider Tassos Papadopulos döneminde üyelikle sonuçlandı. Rumlar AB’yi arkalarında hissetmeye başlayınca horozlanmaları, efelenmeleri de artmaya, kendilerini dokunulmaz hissetmeye başladı.
Adanın çevresindeki denizlerin kendilerinin olduğunu iddia edip -Türkiye’nin haklarını yok sayarak- araştırmalar başlattılar. Akıllarınca komşu ülkelerle Türkiye karşıtı ittifaklar kurup, Türkiye’yi bölgeden koparma ve kendi kıyılarına hapsetme girişimleri başlattılar. Türkiye’nin kıta sahanlığı haklarını yok sayıp, sözde bölgesel müttefikleri ile birlikte kendilerine ait olmayan bölgeden çıkaracaklarını ümit ettikleri doğalgazı EastMed diye adlandırdıkları proje ile AB’ye göndermenin hayallerini kurmaya başladılar.
Yunanistan’ın siyasi entrika ile Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’de sözde Sevilla Haritası ile kabul ettirmeye çalıştığı egemenlik hakları, tüm bu horozlanmanın üstüne tüy dikti.
Yeni seçilen Rum lider Hristodulidis, müzakere tarihine göz atmış ve Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğu, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların uğruna AB’nin ve ABD’nin, Türkiye’yi karşılarına almak istemediği gerçeğine vakıf olmuş olacak ki, “Kıbrıs sorunun çözümü Brüksel’in elinde” açıklaması yaptı.
Şimdi, bırakın anaları Yunanistan ile birlikte Türkiye’ye kafa tutmayı, yanlarında AB olsa bile karşı duramayacaklarını çok iyi biliyorlar.
Bu nedenle de, AB’den, ABD’den, BM’den, siyasi yardım dileniyorlar, Türkiye’ye baskı yapmaları için yalvarıyorlar.
Tabi, Baf’taki, Limasol’daki, Larnaka’daki, Lefkoşa’daki ve Mağusa’daki Türk yerleşim bölgelerine, savunmasız Türk köylerine acımasızca saldıran Rumların Enosis hayali şimdilik rafa kalkmış gibi görünse de, Makarios’un, “Uygun zamanı kollama” stratejisinin her zaman canlı olduğu gerçeğinden hareketle uyanık olmamız gerekiyor. Zira su uyuyor, düşman uyumuyor…