Ortaçağ… (Köşe yazısı)

ORTAÇAĞ KİMİN KARANLIK  KİMİN AYDINLIK  ÇAĞIDIR?

Süleyman KOCABAŞ

kocabassuleyman@gmail.com

Aziz dostlar, “Tarih ve Günümüz Penceresi” nden esprisiyle yazmakta olduğumuz bu yazımızda da günümüzde yaşanan önemli bir olayın büyük mahiyetini ortaya koymak ve inceliklerine  iyice nüfuz edebilmek  için ister istemez yazımız b uzun oldu. Bir kere bunun özrünü dileyerek, büyük bir sabır ve metanet örneği göstererek  yazımızı bütünüyle okumanız halinde milletimize ve sizlere büyüm faydalar sağlayacağına  inanıyoruz.

“Okul öncesi eğitim Milli Eğitim’in işi mi Diyanet’in mi? Sübyan mekteplerini kurmuşlar kurumsallaştırmaya, zorunlu yapmaya çalışıyorlar. Bu kafayla orada fiziğin ‘F’ si yok, matematiğin ‘M’ si yok. Çocukları bütün dünya  nasıl yetiştiriyorsa öyle yetiştirmek varken bir Ortaçağ zihniyetine yönelmenin  bunu kurumsallaştırmaya çalışmanın ne bu memlekete ne bu millete  bir faydası var ve ne de Anayasa’ya uygunluğu var?”

Bu sözler, CHP TBMM Grup Başkan Vekili Özgür Özel’in 30 Aralık 2021 TBMM’de açıklama yaparken sarf ettiği sözlerdir. Hatırlanacağı üzere Milli Eğitim Bakanlığı’nın en az 10 yılı aşkın bir süredir, “Okul Öncesi” denilen bir birimi vardır ve  ilkokula başlamadan önce 4-6 yaş grubu  çocukların buna  bir “hazırlık sınıfı” olarak “Ana Okulları” vardır. Bu okulların programlarına, Diyanet İşleri Bakanlığı kanalı ve denetimiyle, daha bu yaşlarında çocuklarımıza dinimizi  öğretmeye yönelik   ön dini bilgileri vermenin dini, milli ve ahlaki hüviyet, kimlik  kazanmalarında  daha faydalı ve kalıcı olacağı düşünülerek, din öğretimi programlarının da  dahil edilmesi,  zaten CHP’nin tarihi misyonu ve geleneksel genlerinde  “İslamiyet’e  alerjisi” bulunduğu için buna tepki ve kıyameti koparmaya yönelik olarak Özgür Özel yukarıdaki açıklamasını yapmıştır.

Böyle bir zamanda ve böyle bir çağda, Özer’in böyle görüşlere yer vermesi, insanların ancak “akıllarını yemeleri” ve  geçmişteki yaptıkları işleri, doğruları ve yanlışlarıyla tam bir otokritiğe tabi tutmaksızın bütün olup bitenlere hâlâ  gözlerine takılı at gözlüğü ile bakmaları “akla, mantığı ve ilme ziyan” işlerdendir. Özer ve benzerlerinin yıllardır “akılları kendilerinden  makul” inhisarcılığı –tekelciliği  içinde siyaset yapmaya devam etmelerinin ne partilerine, ne memlekete, ne millete ve ne de Anayasaya bir faydası olmayacaktır ve  olmamıştır.  Zaten, Türkiye’nin yönetimine yüz yıllık bir geçmişiyle damgasını vuran ve hâlâ da “düşük yoğunluk” olarak vurmaya devam eden Özer’in partisinin, Cumhuriyetin ilanın yüzüncü yıl dönümünde  bile, birçok emsallerine nazaran  (Almanya ve Japonya’nın dünya harplerinde yerle bir oldukları halde atılımlarını yeniden yapıp bölgelerinde ve dünyada yeniden süper güç olmaları) Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bölgesinde ve dünyada  süper güç olamamasında ilim adamlarımız  ve tarihçilerimiz  tarafından  bunda  rolü ciddi ve kapsamlı olarak incelenmiş midir? Maalesef buna tam olumlu cevap veremeyeceğiz.

CHP’nin Türk Milletini “Tarihi Misyonu” ve “Genetik Kotları” ndan Mahrum Bırakarak Batı Kapitalist Emperyalizminin Bir Nesnesi Haline Getirilişi Sürecinin Başlaması

    Tarihten günümüze CHP’nin yönetiminin etkinliği içinde 100 yıldan beri hâlâ süper güç olamayışımızın  tarihi ve gerçekçi sebepleri  bu başlığımızın  ifadelerinde aranmalıdır.

      Osmanlı Devleti,  tarihindeki Tanzimat Dönemi yıllarına kadar son zamanlarında “kırık-dökük” de olsa, hâlâ tarihinin ve tarih yapmanın bir öznesi idi. Onu özne olmaktan çıkaran süreç kendisini,  Batı’nın 19. asrın başlarında siyasi ve sanayi devrimlerini yapması sonucu ortaya çıkan  Kapitalist Emperyalizmi Sömürgeciliği ve Yaylmacımığı’nın adı geçen asrın ortalarında atak yapmasıyla  göstermeye başlamıştı. O yıllarda adı geçen emperyalizmin başı da, artık “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk”  unvanını almaya başlayan dünyanın birinci süper gücü “Büyük Britanya” (İngiltere) olmuştu. Bu sırada, üç kıtadan olarak  hâlâ Asya, Avrupa ve Afrika’ daki  topraklarıyla  bu kıtaların Ortadoğu, Kafkaslar, Kuzey Afrika, bütün Arap dünyası ve Balkanlar topraklarında hükmünü sürdüren Osmanlı Devletini, bütün dünyayı sömürgesine aldıktan sonra,  “İngiliz –Batı Kapitalist  Emperyalizmi” nin hakimiyet ve nüfuzunu  son merhalede  tamamlamak” için denilerek, kendisinin yaptıkları ve tarihinin öznesi  olmaktan çıkarıp nesnesi veya daha doğrusu “kendilerinin nesnesi” haline getirmeyi, adı geçen emperyalizmin  ana amacı edinmişti. Bu konuda “öncü misyon” rolü oynayan Emperyalizm’ in başı İngiltere’nin, “son merhale”de ancak   “İslam medeniyeti ve onun başı-merkezi  Osmanlı’nın  durdurulması, tarih yapmanın sahnesi dışına itilmesiyle” mümkün olabilirdi.

  1. asrın ortalarında, buhranlarını kendi iç dinamikleriyle atlatmayı başaramayan Osmanlı, giderek dış fırsatçıların baskı ve dayatmalarına   da maruz kalarak, “kurtuluş için bir başkasının – yaban ellerinin ipine sarılmaktan” olarak iç ve dış algı operasyonlarının da “allayıp pullaması” sayesinde kendisini, dünyanın birinci süper gücü İngiltere’nin adına “birincisi” denilen   “Yeni Dünya Düzeni” ne (1838 – 1923 zaman dilimi)   adaptasyon –dizayna kaptırmıştı. Bunun kilometre taşlarının döşenişi ve bunun yapılanmalarında  kullanılmak  için İngiltere ve Fransa’ya bağlı mason localarında ve misyoner okullarında ( Bunlara Batı’da yabancı dillerde tahsil yapan milletimize  yabancılaştırılmış  Osmanlı gençleri de  dahil bütün  bunlara “emperyalizmin ileri karakolları ve Truva  atları” denilmişti)   kafaları yıkanıp  aldatılarak elde edilmiş,   “yerli işbirlikçiler” de  bulduğu halde süper güç İngiltere’den gelen dayatmalarla ilk kilometre taşının dikilişi  17 Ağustos 1838 Osmanlı- İngiliz Ticaret Antlaşması ( Gümrükleri neredeyse sıfırlayan, tekelleri kaldırarak küresel sermayenin sömürüsüne  yarayan “serbest  piyasa ekonomisi” yle gelen bu antlaşmayla geleneksem Osmanlı ekonomi – ticaret  düzeni yıkılmış,  Osmanlı Batı’nın “yarı sömürgesi” haline gelmişti)  ile gelen “yeni ekonomik sömürü” ortamına daha iyi şartları hazırlamak için Osmanlı’nın geleneksel siyasi yapılanmasının da Batılı örneklere göre “liberalizasyon” una sıra gelince, İstanbul’daki büyük etkinliği sebebiyle lakabına “Taçsız Sultan” derilen  İngiltere’nin   Osmanlı Büyükelçisi Stratford Cannng’in hazırladığı (Geniş bilgi için bakınız: Lort Stratfort  Cannıng’in Türkiye Hatıraları, Hz. Can Yücel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1959) “Tanzimat Fermanı”,  3 Kasım 1839’da “İngiltere’nin yerli işbirlikçi” denilen ve Osmanlı’nın Londra Büyükelçiliğinden getirilerek  Hariciye Nazırı yapılan   Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane parkında okunarak ilan edildi. “Batılılaşmak” uğrunda bunu üçüncü   olarak takviye için Avusturya’nın başkenti Viyana’da İngiliz, Fransız ve Avusturya  büyükelçileri  tarafından hazırlanan “Islahat Fermanı” da İstanbul’a  getirilip, 5 Şubat 1856’da  “İngiliz-Fransız yerli işbirlikçileri bileşkesi” nde birisi  Sadrazam Ȃli  Paşa ve diğeri Hariciye  Nazırı  Fuat Paşa’ya ilan ettirildi. Bu fermanla,  artık bundan böyle Avrupa’nın Büyük Devletleri nezdinde  “Avrupa kültürü ve hukukuna dahil olmakla   bir Avrupa devleti” sayılacaktık. Oryantalist müsteşrikler (Batı’nın Haçlı ruhuna sahip Şarkiyatçı bilim adamları) da zaten hep “Müslümanları kendi hukuk sistemimize dahil etmediğimiz sürece onları hakimiyetimize alamayız” teşhisi ve kararına varmışlardı. Islahat Fermanıyla,  “nesne” oluşumuzu  takviyeye yönelim “oldukça tehlikeli” denilen bu   noktaya “Bir yaratıcı kaos örneği” denilen (Günümüzde  de dünyanın süper gücü  Amerika da  her şeyi kendisine göre dizayn için bu tip “yaratıcı kaoslar” a fazlasıyla  başvurmaktadır)  1853 – 1856 Kırım Harbi ve zaferi sonucu gelinmişti.

       İngiltere’nin “Yeri Dünya Düzeni” ne adaptasyon – dizayn için bunlar yetmezdi.     Bunun son  merhalesi veya dikilecek yeni  kilometre taşı, öncülüğü ve destekçiliğini yine İngiltere’nin  kendisinin yaptığı ve “Sivil Kolu Mithat Paşa – Askeri Kolu Hüseyin Avni Paşa  bileşmesi  yerli işbirlikçileri” ni kullanarak  bunlara yaptırdığı 29 Mayıs 1876’darbesinden (Geniş bilgi için bakınız: Süleyman Kocabaş,  29 Mayıs 1876 Darbesinin İçyüzü Sultan Abdülaziz Nasıl Devrildi?,  Vatan Yayınları, KaYseri, 2011) sonra gelen 1876 – 1877’de  adına “Taçlı Demokrasi” de denilen, Osmanlı geleneksel siyasal düzeni yıkılma sürecine sokan  İngiltere-Fransa’dan taklitçilikle  Meşrutiyet ilan edilmişti.

         “Meşrutiyet –Demokrasi” deyip de geçmeyelim; işin esasına bakılırsa, o günden bu günü “Şimdiye kadar dünyada gelmiş geçmiş rejimlerin en iyisi Demokrasi” (teorisi bir noktada “Halkın kendi kendisini  idare etmesi” tarifi güzel  ama, tatbikatlarının “iç ve dış rant ve sömürü hesapları uğruna ” denilerek    neredeyse  tamamen bu tarifin  dışında cereyan ettiği  halde)    denilen ve iç ve dış algı operasyonlarıyla  bütün insanlığa  ve milletimize  zehirli bir yumurta gibi yutturulan  Batı ve günümüzde  de Amerikan Kapitalist  Emperyalizmi sömürgeciliğinin  ülkeleri daha ziyade “muhlisâne hulul” yoluyla  daha iyi sömürebilmek için  dizaynından başka bir şey değildir. Zaten  Batılı – ABD’li düşünürler de bunun, kendi içlerinde de kendi halklarını “sömürmek” e yönelik kullanıldığına   dair itiraflarda bulunmuşlar, bunları  “Demokrasilerin İntiharı” “Demokrasinin Ölümü”  vb isimlerini verdikleri kitaplarında anlatmışlardır.

      Dün İngiltere’den sonra günümüzün dünyasında da  “Demokrasinin şampiyonu” rolünü oynayan  ABD nereye kadar demokrattır? İşine geldi mi bunu destekler gelmedi mi en koyu diktatörlükleri bile desteklemekten  geri kalmaz. Bu satırların yazarı bence, insanlık kendisine, sahte ve sömürüler için kullanışlı ve kullanılan demokrasi rejimi  yerine daha iyi rejimler arayışına çıkmalıdır.

        İngiltere’nin “Yeni Dünya Düzeni” ne dizayn için yapılan bu dört esaslı girişime bakarak   “Artık biz de bir Batılı devlet ve ülke olduk, bu sebepten Avrupa bizi bağrına basarak, bize güçlükler çıkarmayacak” düşüncesi ve emelleriyle yaşarken olanlar bunu tam tersi oldu.  Osmanlı’nın “Batılılaşarak kurtulma” sürecini makale ve kitaplarında “objektif ve bilimsel olarak” inceleyen merhum Prof. Dr. Tarık Ziya Tunaya’ya göre, işin esasına bakılırsa bütün bu yapılanlar, başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere topyekun olarak  Batı Kapitalist Emperyalizminin Osmanlı’ya “mulisâne hulul” ndan başka bir şey olmayıp,  “emperyalist müdahale ve yayılmacılıklara  fırsat doğurmak ve  kapı açmak” tan başka bir şey değildi. (Geniş bilgi için bakınız: Prof. Dr. Tarık Ziya Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Batılılaşma Hareketleri, Yedigün Matbaası, İstanbul, 1960)

      Osmanlı döneminde Batılılaşmanın son kilometre taşlarından olan Meşrutiyet istemeye  “Meşrutiyetin  ilanı ile kurtulacağız” çılgınlığı ile bakan  Jön Türklerden İttihatçıların Başyazarı Hüseyin  Cahit Yalçın da bunu yaşanan olumsuzluklar soncu  şöyle dile getirerek itiraf etmişti: “ (İkinci olarak,  10 Temmuz 1908’de Jön Türk İhtilali’nin ardından  Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesiyle birlikte) özgür  düzene kavuşmakla, içimizde büyük bir yurt sevgisi ve gururu canlanmıştı.  Uzun bir süredir Avrupa’nın  sataşma ve hor görücü  karışmaları altında yaşamaktansa, bir Meşrutiyet  duyurusuyla,  kurtulduğumuzu düşünüyorduk.  Şimdi bizim de Avrupalı bir devletten  ne farkımız kalmıştı?  Oysa Avrupa,  Meşrutiyeti kuran Türkiye’nin karşısında, bir kahramana gösterilmesi gereken  saygı ve önemsemeyi unutarak, Türk topraklarını ele geçirme insafsızlığına  kalkışıyordu… Açıkçası,  görülüyordu ki,  ülkeyi kurtaracak biricik yol diye  yıllardan beri arkasından  çıldırmış olduğumuz  Meşrutiyet,  memleket için  çok önemli bir tehlike doğuruyordu…” (Hüseyin Cahit Yalçın. Siyasal  Anılar, Haz. M. Mutluay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,1976,  s. 35 ve 41)

    Zaten, bunun böyle olması “kaçınılmaz” bir durumdu. Batı’nın emperyalist Büyük devletleri  için Türkiye’de de (O zamanlar Rusya ve İran’da da aynı emellerle   olduğu gibi) hararetle Meşrutiyet istemek ve uygulamak onlar için bir “amaç” değil bir “araç” idi. “Araç” oluşu da “Taçlı Demokrasi” Meşrutiyet’in onlar için “ Batı Kapitalist Emperyalizmi Sömürgeciliği ve yayılmacılığı” nın bir vasıtası olmasından ileri geliyordu. Şimdilerde   de Amerikan Emperyalizmi Demokrasiyi sömürgecilik ve yayılmacılığı için bir “araça, vasıta” olarak kullanmaktadır.

     Buna bir de “dışarıdan değerlendirme” olarak  o zamanların İngiliz Başbakanı Lort   Salisbury’un Türkiye’de Meşrutiyet idaresi uygulamaları isteğine  yönelik  haklı olarak “Türkiye’ye yeni şekil vermek,  onu öldürmektir” (Jean –Paul Garnier,  Osmanlı İmparatorluğu’ nun Sonu II. Abdülhamit’ten Atatürk’e,  Çev. Z. Çelikkol, Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 2007, s. 81) teşhisini de burada hatırlatacak  olursak,     her şey yerli yerine oturmuş olur.

  1. Meşrutiyet dönemi (1908 – 1918) Türkiyesi de  yine “celladına âşık olmak” geleneği kabilinden  bu sefer de  “Triumvirate (üçlü otokratik –otoriter yönetim) olarak üçlü yerli işbirlikçi bileşkesi” denilen Enver-Talat ve Cemal Paşaların şahıslarına inhisar eden,  sanki “Almanya’nın emrinde” olarak onun  safında I. Dünya Harbi’ni sokulması sonucu Osmanlı İmparatorluğu batırılınca, bunlar 2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısına  binerek Almanya’ya “kendilerini uşakları gibi kullanan” denilen  Alman İmparatoru II. Wilhelm’in yanına kaçacaklardır.

         “Osmanlının yıkılışından sonra gelen yeni düzende” denilerek, bu sefer de İttihatçıların  “Triumvirate” geleneğinden  olarak bunun yerini,  hem de “Türkiye’yi topyekun Batılılaştırmak” misyonundan olarak yeni bir “Triumvirate” (Mustafa  Kemal Paşa- İsmet Paşa –Fevzi Paşa) üçlüsü alacaktır.

       İşte Osmanlı  “Batılılaşmak” adı altında böyle battı. Bunun böyle bir süreç olduğunu ünlü düşünürlerimizden merhumlar Cemil Meriç, Kemal Tahir, Atilla İlhan’ın yanında hayatta olanlarımızdan  ise Atasoy Müftüoğlu ve Yusuf Kaplan’ın  “Batılılaşmak” ın  milletimizi  ve ülkemizi, işin esasına  bakılırsa  “Batırmak” olduğunu  hep  dili getirmişlerdir. Bu olup bitenleri  tam öğrenmek için bunların yazdıkları okunmalıdır.

     Osmanlı ve bunu bağlı olarak İslam, İslam medeniyeti ve dünyasının tarihinde bir özne olmaktan çıkarılıp “tarih  sahnesi” nin dışına itilmesi ve bunun getirdiği “birinci olarak yıkım ve kayıplar”  I. Dünya Harbinin sonunda, İngiltere’nin birinci olarak “Yeni Dünya Düzeni” ne dizaynı sürecinde gerçekleştirilmişti.

          I.Dünya Harbinden  sonda gelen süreçte ise, yeni  yapısal  gelişmelerin de meydana getirdiği ortamda bu sefer de yine  süper güç İngiltere tarafından  kurulmaya başlanan “İkinci Yeni  Dünya Düzeni” ne  Türkiye’nin adaptasyonunu nasıl  yapılacaktı?  Bunun tezahürleri  olarak hem de milletimizi  ve ülkemizi  Batı’nın daha da nesnesi yapmaya yönelik CHP tarihine bakmak lazımdır. Osmanlı döneminde  “Batılılaşmak” için “Bu yarım yalamak yapıldı” deniliyor, CHP tarihinde ise  “Muhaliflerine  karşı ateş ve demir  kullanılarak  tam Batılılaştırma  yapılacağı” ndan bahsediliyordu.

 CHP’nin “Tarihi Misyonu” ve “Genetik Kodları” nda  “İslamsızlaştırma”  Sürecinin Varlığı

      CHP’nin, ülkenin rejiminin adı,   “Cumhuriyet” olduğu ve bunun da “Halkın kendi kendisini idare etmesi” tarifinden “Demokrasi”  olarak tarif edildiği halde, kendisi dışında hiçbir partinin yaşamasına imkan tanımayarak ve kurulanları kapattırarak, “göstermelik seçimlerle” de kendisinin tek başına “Tek Partili Yönetimi” nin 24 -27 yıllık iktidarında  “tarihi misyonu” nun  ve “genetik kotları” nın esası, Batı’dan kötü bir laiklik taklitçiliği   olarak (Anayasa  Ord. Profesörlerimizden merhum Ali Fuat Başgil “Din ve Laiklik” isimli kitabında, dünyada laikliğin  Kemalist Cumhuriyet Türkiyesi ile bir de Sosyalist Cumhuriyet Rusya’sında  “din düşmanlığı” şeklinde uygulandığından bahseder. s.100 ), gizli –açık, iç ve dış “algı operasyonları” yla  “Bu milleti İslamiyet’ten ne kadar çok uzaklaştırırsak o derece Batılılaştırır, medenileştirir, laikleştirir ve kalkındırırız” olmuştur. Bunlara göre, Avrupa da “Hristiyanlığın ‘Ortaçağ karalığı’ dan  böyle kurtulmuş” tu.

      İşin esasına bakılırsa, 23 Nisan 1920’de Ankara’da yeni bir devletin kuruluşunun ilanı olarak TBMM toplanırken, toplantı öncesi bütün hazırlıklara, yazılan ve söylenenlere bakılırsa  tamamen İslami mesajlar ve motiflerde hareketle sanki bir “İslam Cumhuriyeti Devleti” kurmak görünümü verilmiş ve bunun göstergelerinden birisi olarak 1920 Anayasasına “Devletin dini din-i İslam’dır” maddesi konulmuş, bu madde 1924 Anayasasında  da yer almış iken, “kuvvet ele geçirilmiştir, tehlike kalmamıştır” zihniyetiyle  bu madde “devleti laikleştirmeye hazırlığın devamı” gerekçesiyle  1928’de Anayasa’dan çıkarılmış, 1937’de ise Anayasa’ya “Devlet laiktir” maddesi konulmuştur.  Anlaşılan CHP, misyonu ve    genetiğinin kodları yerli yerine oturana kadar dini kullanmış, bunlar  oturunca dine “dirsek” gösterilmiştir. Bu göstermenin tezahürlerinden olarak, militan ve  jakoben laiklik gösterilerine daha büyük boyutlar kazandırmak için 1928’de yapılan Harf İnkılabı ve 1932’da başlayan “Dil Devrimi” süreçlerinde, bunları yapan “Devrimciler” tarafından  bunların amaçlarının “Arap kültüründen  uzaklaşarak  Batılılaşmak ve Laikliği iyice yerleştirmek” olduğu sıklıkla ve açık açık itiraf edilmiş, bunlarla da kalınmayarak bütün dini okullar ve Kur’an  kursları kapatılmış, okullardan  din dersleri kaldırılmış, dini neşriyat yasaklanmıştır. Milli Şef ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü dönemine  gelindiğinde ise, bu “İslamsızlaştırmak” ta o derece ileri gidilmişti ki, 8- 15 Haziran  1943’de toplanan CHP’nin 6. Kurultayında tüzük değişikliği yapılırken, yine “Batılılaşma ve Laikliğin iyice  yerleştirilmesi” amacıyla olacak ki,  dilimizdeki “din dili” Arapça bütün kelimelerin yanında “Müslümanlık kültürü” yapılanmasını  da tasfiyesine yönelik ve sanki tam olarak “İslamsızlaştırmak” ı da çağrıştıran  tüzüğe şöyle bir yeni madde konulmuştu: “Parti,  milli dilin ve milli kültürün  diyanet yollarından  yabancı dil ve kültürlerin  tesirinden masun  kalmasını Türk Milleti’nin hali ve istiklali için lüzumlu sayar” ( CHP Programı,  Zerbamat Matbaası, Ankara, 1943, s. 5)

        Halkımızı derinden yaralayacak olan ve yaralayan bu madde, CHP tüzüğünden, 1945’de “Demokrasiye Geçiş” ardından  gelen   17 Kasım – 4 Aralık 1947’ de yapılan 7’inci Büyük Kurultayında, CHP’nin yine “dini kullanmak” tan olarak halkın oyunu alabilmek  için tüzüğünden çıkarılmış ve hatta bu benzeri olup bitenlere  Şair Behçet Cemal Çağlar gibileri tarafından “karşı devrim” denilerek   karşı çıkılmıştır.

      CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in sarf ettiği, “Dini devlet hayatımızdan çıkardığımız gibi toplum hayatımızdan da çıkaracağız. Din insanlarımızın derisinin dışa çıkarılmayacaktır” sözleriyle de bizdeki uygulamaların  Komünist Rusya’daki   gibi bir “dinsizlik, ateizm” uygulamaları olduğu ilk ağızlardan itiraf edilmiştir.

        CHP’nin bütün tarihi kodlarının bunlar olduğu ve bunlardan  bir türlü vazgeçemeceği bilindikten sonra, işin esasına bakılırsa  Özer’in yukarıdaki sarf ettiği sözleri pek fazla yadırgamamak lazımdır.

             İslamiyet İçin “Ortaçağ  Zihniyeti” Demek Bu Milleti “İslamsızlaştırmak”  Demektir

      Gerçekten de Özer’in sözlerini yadırgamamak lazımdır. Çünkü bunlar, CHP’nin tek partili döneminde milletimizi  ve ülkemizi  “Topyekun İslamsızlaştırmak” veya jakoben ve militan laiklik anlayışı ve uygulamalarıyla dilimizi ve dinimizi iyice budayarak güdükleştirme tarihi  misyonunun günümüze yansıması ve devamından başka bir şey değildir.

       İslamiyet, tamamen Batılıların çağları tanımlayan ve onlara isimler vermeleri geleneğinden olarak Ortaçağ’ da (Çağ tanımlama ve adlandırmada, Müslümanca bakış açısına  göre, çağlar yalnızca ikiye ayrılabilir: İslamiyet’ten Önceki Çağ ve İslamiyet’ten Sonraki  Çağ. İslamiyet’in  insanın ve tabiatın doğası ve fıtratına en  uygun mesajları ile gelen  çağ, topyekun ve daha büyük kapsamlı olarak insanlığı en aydınlık çağı olmuştur)   doğmuştur. Özer ve benzerlerinin Ortaçağı “geride kalmış bir çağ” ve içinde yapılanların da “iyi ve kötü ölçüleri” ne başvurarak, kendi akıllarından sadece ideolojik  bir tercih gösterisi olarak  “kötü, karanlık çağ” olarak görmeleri sonucu, İslamiyet bu çağda doğduğu için onu da  sanki tabi olarak kötülemeye  yönelik “Ortaçağ Zihniyeti” şeklinde  suçlayıp toplumumuzun hayatından kapı dışarı etmeyi amaçlayan  bu düşünceleri,  “İslamsızlaştırmak” tan başka ne olabilir, ne anlama gelebilir? Bu, yüzde yüze yakının Müslüman olduğu toplumumuzda “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” tan da öte, tarihte olup bitenlere baktığımızda, bilerek veya bilmeyerek İslamiyet’e ve Müslümanlara “Bir Haçlı saldırısı” şıkkına da sokulamaz mı? İslam dünyasına karşı Hristiyan dünyasının bitmez, tükenmez “Haçlı Seferleri” düzenlemesinin   “asli sebepleri” den birinin de “İslamiyet’i ve Müslümanları yok etmek” olduğunu herkes bilir.  Milletimiz acaba, hele günümüzde bu “tarihi mücadele” nin  iç boyutlarımıza da yansıdığı halde bu olup bitenlerin  farkında mıdır? Farkında ise, kendisini iman ve  inançlarından soyutlamak görüşleri serdeden  bir Meclis Grup Baykan Vekili  ve partisine  yaptıkları bu çirkin ve haksız  saldırılardan  sonra açık açık özür dilemedikleri sürece  oy vermek “cevaz” olur mu?  İnsanlarımızın  imanı ve inancının ayaklar altında çiğnenmek istenildiği   bir ortamda bu nasıl olabilir? Millet olmamızda tamamlayıcı  en asli ve temel kültür unsurları olan (Bu milletin hayatından Müslümanlığı topyekun soyutlarsanız neredeyse geriye hiçbir şey kalmaz)  bunları   çiğneyenler, “Milletin  iradesinin tecelli ettiği yer” denilen TBMM’de nasıl yer alabilirler?   Milletimizin  iman ve inançlarına saygılı olmakla tanınan Babacanlar, Akşenerler, Davutoğulları ve hele daha da önemlisi “Milli Görüşçü-İslamcı” geçinmesini açık açık gösteren Karamollaoğuları  seçimlerde CHP ile işbirliği yapabilmek için bu patinin eşiğine koşar adım nasıl gidebilirler? İşin neresinden bakılırsa bakılsın siyasi hayatımız gerçekten İngilizce tabiriyle “absürt” hale gelmiştir.

Ortaçağ Hristiyan Avrupa İçin Karanlık, Müslüman Asya- Ortadoğu  İçin Aydınlık Bir Çağdır

              Özgür Özel’in yukarıdaki sarf ettiği sözleri, aklın soğuk ve akademim süzgecinden geçirerek değerlendirmeye  devam edecek olunursa,  tarihin yanında,  hem dünya ve hem de ülkemiz gerçeklerine tamamen ayıkırdır. Tanzimat’ tan bu yana 183 yıllık zaman diliminde yaşadığımız tecrübe ve deneyimlerin  sonuçlarına  bakarak Özer ve  benzerlerinin hâlâ akılın – ilmin yolunu seçmedikleri, kendi otokritiklerini   yapmadıkları anlaşılmaktadır.   Bir kere, okul öncesi eğitimde  4- 6 yaş grubuna yaşlarına göre ön dini bilgiler vermek birçok ülkede ve özellikle de laik Amerika’da ve Avrupa’nın birçok laik ülkesinde bize göre daha büyük boyutlarda  vardır. Bununla ile bir gazete haberi örneği  şöyledir: “Almanya’da özellikle 3- 6 yaş grubunu kapsayan okul öncesi eğitime erişimin oldukça yüksek olduğu  görülüyor. Okul öncesi eğitim kurumlarının   yüzde 30’u devlet ve belediyelere ait  iken  yüzde yetmişi kiliseler ve bu kiliselere  bağlı cemaatler tarafından yönetiliyor.  Katoliklere ait ana okulları tam bir kilise havasında tefriş ediliyor.  Öğrenciler zaman zaman dini ayinlere götürülüyorlar.  Okul öncesi din eğitiminde  İncil’den kıssalar, başta Hz. İsa olma üzere çeşitli peygamberlerin hayat, insanlara iyilik yapmaya ve herkesi sevmeye yöneltecek Hristiyanlık ilimleri öğretiliyor.”  Olup bitenlere bakılırsa  bizdeki okul öncesi dini eğitim böyle ileri derecede değil. Olsa idi, herhalde Özer ve benzerleri üzüntülerinden   çılgına dönerler, belki de “intihar” ederlerdi.

     Özer’in , bahsettiğiniz  üzere,  ana okulları adı üzerinde ana okulları olup, buralar yapılanmaları ve fonksiyonları itibariyle  fizik ve matematik öğretilecek ve öğrenilecek  yerler değildir. Bunları daha üst okullarda öğrenilir. Ama, dini, milli ve ahlaki kimliğini ana okullarında bu yoksa evlerinde  “ana kucakları” nda mutlaka öğrenmeli ve öğretilmelidir. “Yok efendim, 3-6 yaşındaki çocuk, dinden, imandan, Allah’tan, peygamberden, ahlaktan, milliyetten ne anlar? Büyüsün, orta dereceli  okullar  veya üniversitelere gelip ‘akılları erince’ bunları öğrensinler” demek külliyen yanlıştır. Bir kere “gayrı milli ve gayri ilmi eğitim sistemiz” in çarklarından  geçen gençler, zaten “celladına âşık olmak” tan olarak  materyalist ve pozitivist Avrupa -Batı kültürü taklitçiliği ve tekelciliğiyle (Başından itibaren bunun da mucidi  CHP ve kodlarıdır) yetiştirildikleri  için, bu düşünce sistemlerinin misyonları ve kodlarına haksız ve yanmış olarak  “Tanrı” nın yerine “İnsan” ı ,”din” in yerine “bilim dini”  konulduğu için, ileri yaşlarında böyle  yetişen gençler, bunlarla kafaları yıkanacağından  ne Tanrı ve ne de din, milliyet ve ahlak tanıyacaklardır.

       “Okul Öncesi Eğitim” olarak kendimden bir örnek verecek olursam, bizim çocukluk zamanımızda Ana Okulları olmadığı için buralarda verilen eğitimi “Ana Kucaklarımız” da alırdık. Annem Fatma Hatun, daha ben beşikten kalkıp yürür yürümez ömür boyu takınacağım dini, ahlaki ve milli kimliğimi bana şiir ezberletir gibi öğretmeye başlamıştı. Bu cümleden  olarak, Allah’ın var ve bir olduğunu, bütün insanlar, yaratıklar  ve dünyayı onun yaratığını, bizim onun kulu olduğumuzu, dinimizin, peygamberimizin ve diğer dört büyük peygamberin adlarını, bunlara indirilen kitapları,  hangi ümmet ve milletten olduğumuzu, hatta bizim Kocabaşoğulları Türk oymağının nerede Müslüman olduğunu (Aşkar dağları Lokman deresinde Müslüman olmuşuz)   mezhebimiz ve imamlarını  vb. öğrettikten sonra, İslam’da imanın   6 şartını  ihtiva eden Amentü’yü, İslam’ın  beş şartını ve  bunların “bütünü” nü ihtiva eden, Müslümanların yerine getirmekle “mükellef” oldukları “32 Farz” yanında,  namazların zamanları ve tarifleri ile bunlarda okunacak bütün sureleri  ve duaları bana daha  4-6 yaşamda  iken 1957’de İlkokul tahsilime başlayana kadar   evde işlerini  yaparken dizinin dibinde  tam anlamıyla öğretmişti.  Eğer ben bunları daha o zamanlar öğrenmese idim, 1960’lı gençlik yıllarımda ortaya çıkan zararlı birçok fikir cereyanlarına  kendimi kaptırabilir, “milletimle kavgalı” unsurlardan birisi haline gelebilirdim . Bunları 4-6 yaşlarında  öğrenemeyen veya aileleri tarafından öğretilmeyen benimle akran arkadaşlarımın, kimlik gösterisi olarak nasıl   kötü hallere düştüklerine de aynı yıllarda  şahit olmam sonucu,  okul öncesi    eğitimin ne kadar önemli olduğunun farkına  daha iyi vardım.

      Özgür Özel’i eleştirmemizin diğer bir gerçeği de  toplumumuza yönelik “Ortaçağ Zihniyeti” mahkumiyeti ve suçlamasının yalnızca   Batı Hristiyan dünyası   Ortaçağı için geçerli olduğu gerçeğidir.   Avrupa’da yaşanmış bir “karanlık çağ zihniyeti” ni bütün insanlığı şamil olarak yorumlamak haline,  her halde, kötü bir Batı taklitçiliğinden  gelen “celladına âşık olmak” tan  ileri gelen bir halin tezahürü gözüyle de bakmak mümkündür.  Hele, Batılıların kendilerinin  bile “Ortaçağ zihniyeti ve karanlığı bizim için geçerli ve bize ait bir görüştür” demelerine de bakılırsa, gerçekler gün  gibi kendisini gösterir.      İslam Ortaçağı, hem Müslümanlar ve hem de bütün insanlık için “karanlık çağ” değil, tam anlamıyla, insanlığın tarihinde daha geniş boyutlarda insanın ve tabiatın doğası ve fıtratına en uygun  aydınlık bir çağdır.  Zaten Avrupa da “Ortaçağ karanlığı” ndan  “İslam Aydınlanması” dan  faydalanarak   Rönesans ve Reform  hareketlerini yapmak suretiyle   kurtulmaya çalışmıştır.  Bütün bu olup bitenlerin tarihi belgeleri ve  literatürleri  Batıda ve bizde pek çoktur. Eğer Özer ve benzerleri gözlerinde hâlâ takılı olan at gözlüklerini çıkarıp bunları okuyabilselerdi, hem İslamiyet ve hem de  milletimizle  kavgalı hale gelmezlerdi.

       Son olarak burada vurgulamak istediğimiz bir husus da şu olacaktır: Özer’in “absürt” görüşlerine siyasiler ve siyasi liderlerimizden  Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli dışında diğerlerinden neredeyse hiçbir tepkinin gelmemesi, siyasi hayatımızın   “büyük bir ayıbı ve çıkmazı” olmuştur. Adı geçen iki siyasi liderin 4 Ocak 2022 TBMM Parti Grubu toplantılarında   Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşlerinden olarak,  “Bre gafil, asıl çağ dışı olan sensin, senin bu faşist zihniyetin. Asıl arkaik olan, asıl gerici olan Ortaçağ  karanlığında asıl debelenen senin ve senin gibi meseleye marjinal ideolojilerin  at gözlüğünden bakanlardır… Batılıların kendilerini tarif için kullandığı ‘Ortaçağ karanlığı’  yaftası vurmaktan utanmıyor musun… Milletimize kimliğini ve karakterini veren mukaddes değerlerimizi aşağılamaktan  ne zaman vazgeçeceksiniz?…” görüşlerine yer verirken, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin de, “Ortaçağ’ı   bilmediğinin ya da Kur’an –ı  Kerim’den habersiz olduğunun  klasik ve klişeleşmiş CHP üslubu nüksetmiştir… İnanıp inanmamak herkesin kendi bileceği bir şeydir.  Ancak dinimize laf söyletmeyiz, imanımıza  laf ettirmeyiz, kitabımıza Ortaçağ  zihniyeti diyen kalpsizlerin, kemiksizlerin  bühtanlarını da yanına bırakmayız… Bu saygısız ve edepsiz sözden dolayı CHP Genel Başkanı’nın  aziz milletimizden  derhal özür, Allah’tan da af dilemesini bekliyoruz” sözleri de milletimizin  arzuları ve tercihlerine tercüman olarak yanan yüreğine su serptikleri için bunlara da teşekkür ediyor ve iyi dileklerde bulunuyoruz.

     Hele, geçtiğimiz güz aylarında,  patisinin tarihinde yaptığı   olumsuzluklar adına milletimize  karşı ve onunla  “Helalleşmek” ten bahsetme cesareti ve olumlu tavrını göstere CHP lideri Sayın Kılıçdaroğlu’nun da hem bunun bir göstergesi ve hem de Özer’in söylediklerinden  “özür ve af  dilemek” e yönelik  bir açıklama  yapar ve inatlarında  kavi olacakları anlaşılan  Özer ve benzerlerini  partisinden ihracın yolunu açarsa,   ona da teşekkür  edecek ve iyi dileklerde bulunacağız.

Yazar - Davut Güleç

Gazeteci, televizyoncu, Uzman polis-adliye muhabiri, Spor yazarı, TEMA’cı, Kızılay’cı, Dağcı, Trekkingci, Alp disiplini kayak milli hakemi, Herkes İçin Spor Federasyonu Kayseri il temsilcisi, Erciyes Kar Kaplanları Spor Kulübü Basın sözcüsü, Kayseri Spor Adamları Derneği yönetim kurulu üyesi, Kent Güvenlik konseyi üyesi, Halkla İlişkiler Tanıtım, Adalet, Kamu Yönetimi mezunu -----Davut Güleç Kimdir ? -----

İlginizi Çekebilir

HOLLANDALILAR’IN, ŞÜKRAN BORCU OLARAK ÜRETTİKLERİ ATATÜRK VE İSTANBUL TÜRÜ LALE, BAHARIN ZARİF MÜJDECİSİ, AŞKIN VE ROMANTİZMİN SEMBOLÜDÜR.

https://www.ilhankaracay.com/dunyamizdan-ahirete-goc-eden-unlu-dostlar-ile-anilarim-2/ İlhan KARAÇAY yazdı: Lahey Büyükelçiliğimizin bahçesine, soyu tükenmekte olduğu sanılan İstanbul Lalesi’nden 100 soğan …